Alıp Başımı Giderim…

13 Nisan 2014 Pazar

Belli ki ülke atmosferi beni sıkmaya başlamış. Nasıl mı anladım? Sık sık dünya haritasına bakıp duruyorum ve geçmiş yıllardan arkadaşım Serdar Aksoy’la yaptığım bir röportaj aklımı kurcalıyor. O röportaj şöyle başlıyordu: “Ben ona ‘gezgin’ derim, o itiraz eder, ‘gezgin olmak için değil, öyle işte giderimder, evet onunla 4. Levent’te Sabancı İkiz Kuleleri’nin ana kapısına yakın bir meydanda yürüyoruz. Çünkü o gün ben, Serdar’la program yapımcısı olarak çalıştığım radyo için sıkı bir röportaj yapacağım. Onu içten içe kıskanıp “bu başını alıp gitme özgürlüğünü nasıl kazandığını” öğrenmeye çalışacağım.
Yürüyoruz, Serdar üç gün sonra bulduğu en ucuz biletle Endonezya takım adalarına uçacak ve tam üç ay o ada senin bu ada benim dolaşacak. Hem de Serdarca dolaşacak, en ucuz otellerde yeni dostlar edinerek, yerli halkın gittiği birahanelerde o memleketin birasını içerek ve dingin akşam üstleri çok sevdiği balıkçıların fotoğraflarını çekerek ve çektiği her fotoğraf için bir şiir yazarak. Evet böyle dolaşacak.
Radyodaki program saatine daha epey vakit var. Meydandaki küçük bir açık hava lokantasında oturup birer köfte piyaz yemeye karar veriyoruz. Onunla arada sırada da olsa yolculuk yaptığım için bilirim, Serdar dünyanın neresinde olursa olsun yemeğini sokaklardaki açık hava lokantalarında yer. Defalarca gittiği Hindistan’da bazı açık hava lokantaları onun vazgeçilmez mekânlarıdır. Artık oralarda her yıl vakti gelince beklenen bir dost olmuştur.
K ö f t e l e r i m i z yanında enfes piyazlarımız geliyor. Güneş sırtımızı ısıtıyor ve ansızın lokanta işten çıkan, hepsi siyah takım giymiş, beyaz gömlekli ve koyu renk kravatlı genç adamlarla doluyor. Hemen hepsinin jestleri aynı, takımları sanki bir elden çıkmış, telaş içinde masalara oturup köftelerini ısmarlıyorlar, aceleleri olduğu belli, tedirginler. Köftelerimizi yerken Serdar tişörtünü gösterip “Bunu Salı Pazarı’ndan bir liraya aldım” diyor, “dört beş tane de yedekledim”. Özellikle verilen bu bilgi üstüne birlikte gülmeye başlıyoruz. Çünkü bizim, benim açımdan pek de komik olmayan bir tişört maceramız var, ikimizin de aynı anda aklına bu geliyor.Serdar tedbirli gezmeyi sevmez, “Tedbirin sonu yok” der, sırt çantası hemen her yolculukta on kiloyu geçmez. En gerekli giysiler, iç çamaşırları ve kitaplar.
Bense üç günlük yola on günlük giysi alanlardanım. Her yolculuk hazırlığında az eşya almaya karar veririm ve ne yazık ki her zaman tam tersi olur, kader utansın. Evet, nerede kalmıştım, Serdar’ın da bulunduğu uzun sürecek bir İstanbul- Nepal yolculuğunda (karayoluyla) tedbirli olacağım ya, bavuluma en az yirmi tişört koymuştum. Oh içim rahat ama dört günlük hiç kesintisiz süren bir çöl yolunda, yirmi tişörtlü ben, dört tişörtlü Serdar’ın tişörtlerinden birini ödünç almak zorunda kaldım. Bu da bir beceri. Bu durum yolculuk sırasında günlerce dalga konusu olmuştu. Şimdi hatırlayıp basıyoruz kahkahayı!
Serdar bir yandan yemeğini yiyor, bir yandan da masaları bir anda işgal eden, siyah takım giymiş kendi yaşında ya da daha genç adamlara bakıyor ve az sonra yapacağım röportaj için ipuçları vermeye başlıyor. “On yıl önce daha doğrusu ilk gençliğimde bazı kararlar vermeyip bazı tercihler yapmasaydım, bugün onların arasında, aynı siyah takımları giymiş, tedirgin, acele acele köfte yiyen, daha doğrusu yutan biri olurdum.”
Ona gülümseyip “Sen Tanrımın şanslı kullarından birisin” diyorum, lafı ağzımdan kapıp “Şanslı bir kul olmak için, pek çok insan için önemli olan, pek çok şeyden vazgeçtim ben” diyor, “Evlenmedim, çocuk yapmadım, kariyer denen şeyin beni asla mutlu etmeyeceğini anlamak için kendi içimde çeşitli yollar denedim, on yıl önce inşaat işleriyle uğraştığım ofisimin kapısını çekip çıkarken ne lüks bir arabada gözüm vardı ne lüks tatillerde. Tek bir düşüncem, tek bir isteğim vardı; minimumda yaşayıp uzun zamanlar için Doğu’ya gitmek, evet hep Doğu’ya gitmek.” Serdar bunları söylerken ben birden onun ne kadar zengin olduğunu düşünüyorum. Pek çoğumuzun hiç durmadan oradan oraya koşuşturduğu, işlerle, sıradan buluşmalarla ve endişelerle geçirdiğimiz zamanı o kendisi için satın almıştı. Bir şair gibi, kendisini kendi zamanı içine koymuştu. Gelecek için de tek istediği; Doğu’da, defalarca gözleri parlayarak anlattığı Hindistan’da, deniz kıyısında, '6Bimselerin bilmediği o kentte, bir genelevin üst katında yaşayan o İspanyol gezgin gibi, oralarda yaşlanmaktı. Sessiz ve sakin ve hep kendi zamanı içinde
Köftelerimiz bitmişti. Kalktık. Radyoya gittik, o Vietnam’ı, defalarca gittiği Hindistan’ı, Pakistan’ı, İran’ı anlattı. En ucuz gidiş yollarından, otellerden ve en önemlisi insanlardan söz etti. Program bittiğinde radyoda çalışan genç insanlar bu kırk beşindeki, çat pat İngilizce bilen gezgini merak edip canlı yayının yapıldığı kapının önüne doluşmuşlardı. Serdar’a soracak pek çok soru gelmişti akıllarına, yayın odasından çıkınca üstüne atıldılar: “Şu on dolarlık İran otobüsü nereden kalkıyor?”
Sonra ben onu uğurladım. O da bana Endonezya’dan, hâlâ püsküren bir yanardağın soğumuş lavlarından oluşan bir lav taşı getirmeye söz verdi. Ve ben o gün dünyanın en zengin adamlarından biriyle bir röportaj yapmış oldum. Kıskandığımı sonuna doğru açıkça belli ederek.

>Bugün saat 11.00’den itibaren, Vicdani Red’çilerin “Dikkat Öldürür” başlığını taşıyan “Militarizm-antimilitarizm üstüne sormak ve bilmek isteyeceğiniz her şey” hakkında akşama kadar sürecek önemli bir etkinliği var. Ayrıca arada Naim Dikmener “Antimilitarizme Göz Kırpan Şarkılar” çalacak. Ben de “Militarizm Her Yerde” başlıklı panelin moderatörüyüm, haydi kalkın. Mekân Galatasaray Lisesi arkası: Cezayir.  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları