Ütopyalar hâlâ bizimdir! (1)

10 Temmuz 2016 Pazar

Ayağına çiçekli şalvarını çekmiş, başında yemenisi Karaburun dağlarının kırk çeşit kekiğini ezbere bilen Karaburunlu otların ve peynirlerin annesi yaşı belli olmayan bir kadın şöyle sesleniyor: “Bırakın bu tarım ilaçlarını, ben size bir sır vereyim, şu tespih ağaçları var ya onun yaprakları her derde devadır. Toplarsın yapraklarını, sıkı bir kaynatırsın, soğuduğunda her türlü zararlı haşereyi anında yok eder. Kalıntısı filan da kalmaz!”
Tespih ağaçlarının Hindistan’ın en kutsal ağacı olduğunu bilirdim ama şimdi anladım ki, kutsallığın nedeni bulmuş. Ben neredeyim? Karaburun’da 22. Ütopyalar Toplantısı’nda. Neyse ki, hâlâ ütopyalar bizim ve hâlâ hepimizin kendi ütopyasını gerçekleştirmek için sonsuz olanağı var. Dünyanın haline bakınca kötümser olmamak mümkün değil ama durun o kadar da değil. Bu yıl Ütopyalar Toplantısı’nın konusu: Sürdürülemezlik. Evet, vahşi kapitalizm öyle bir vahşileşti ki, dünyanın sonunu getirmeye kararlı gibiler. İşte bu nedenle sürdürülemezler. Onların da derdi bu, bu vahşi düzen sonunda onları da yok edecek! Daha kötümser bir söylemle dünyanın sonu gelecek! Şimdi gelelim toplantıda neler konuşulduğuna, önce Kâmil Masaracı’nın Karikatürlü Ev’de sergilediği çevre ve ütopya ile ilgili iğneleyici, şenlikli karikatürlerini ve Hale Dere’nin dünyanın az bilinen ülkesi eski Burma (yeni adı Myanmar) fotoğraflarını izleyip Karaburun’un merkezindeki Nergis kafede soluklanıyoruz. Nergis kafede, esnaf, balıkçılar, çobanlar, burada yaşayan aydınlar ve konuşmacılar toplanmış. İnce bir meltem esiyor ve insanın kanını donduran bilgiler akıp duruyor. Karaburun Belediye Başkanı Ahmet Çakır’ın bir sitemi var, “Neden daha kalabalık değiliz?” Haklı da, hiçbir planlama yapmadan bölgeye yerleştirilen rüzgâr panelleri arıcılığı öldürmüş, kuşların yolunu değiştirmiş, balık çiftlikleri deniz yaşamını altüst etmiş bölge bunlarla mücadele ediyor ve edecek! Ama neden daha çok insan yok! Benim de sorum bu! Şimdi hepimizi ilgilendiren bir konuya geçelim, tarım ilaçlarının ve yok edilen yerli tohuma. Prof. Dr. Mustafa Kaymakçı öyle bilgiler verdi ki, en azından ben acaba hangi sebzeyi yiyebilirim, hangi meyvede daha az tarım ilacı kalıntısı var, anında düşünmeye başladım. Durum vahim, yediğimiz domates ilaçlı, çilekler ilaçlı, portakalın kabuğunu soysak da ilaç içeri işliyor. Kokladığımız çiçekler bile ilaçlı! Peki, bu tarım ilaçlarını kimler yapıyor, tabii dünyayı önce hastalandıran sonra da o hastalığa karşı ilaç üreten, ilaç firmaları. Sadece Bayer’in adını versem yeter. Önce tarım ilacıyla bizi zehirliyor sonra beşeri ilaçlarla bizi iyileştiriyor yani bir cenaze levazımatçılığı yapmadıkları kalmış. Topraklar böyle de denizler nasıl, Doç. Dr. Güzel Yücel Gier, körfezdeki kirliliği öyle bir anlattı ki, balık yiyesim kalmadı. Çünkü bu tarım ilaçları akarsular aracılığıyla denizlere taşınıyor ve özellikle dip balıkları bu öldürücü toksinlerle dolu. Sizin de moraliniz bozulmaya başladı, biliyorum ama ne yazık ki, durum bu şimdi Küresel İklim Değişikliği ve Türkiye’ye etkisine geçelim.
Yrd. Doç. Dr. Ortaç Onmuş bu konunun tüm detaylarını anlatmak istediğinden, dinleyicilerden zaman istiyor, çünkü bu öyle yarım saatte ya da bir saatte anlatılacak bir konu değil. Yahu dünya elden gidiyor, öyle bir göktaşının dünyaya balıklama dalmasıyla filan değil, bizzat insanoğlunun yaşam tarzıyla, kâr hırsıyla çok hızlı yok ediliyor. Hoca, bir harita gösteriyor, 2050 yılında dünyanın ve Türkiye’nin ne halde olacağına dair bir bilimsel veri. Ah canım ülkem artık öyle dört mevsimi yaşayamayacaksın! Suların kurumuş, toprakların iyice kelleşmiş ve yiyecek sıkıntısı içindesin! Çünkü vahşi kapitalizm her şeyi yok etmiş. Bu yazıda moralinizi bozdum. Meraklanmayın işler o kadar da kötü değil, bir sonraki yazıda ütopyalarımız nasıl gerçekleşir onu anlatacağım.  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Alay ettiler... 7 Nisan 2024

Günün Köşe Yazıları