Putin’in cesareti

06 Mart 2022 Pazar

Kestane ağaçlarıyla çevrili kordon boyu uzanan Prymorsky Bulvarı, Karadeniz’e bakıyor. 

Kordonun ortasında, limana en hâkim pozisyonda karşınıza ilk çıkan yer “Londonskaya Oteli” oluyor. 

Çehov, Puşkin, Mayakovski gibi büyük yazarlara, şairlere ev sahipliği yapan, kristal avizeleri, vitraylarıyla göz kamaştıran otelin berisinde de gene en görkemli yerde T.C. konsolosluğu var. 

Televizyonlarda şehri kuşatan kara Rus gemilerini gördüğümde aklıma hep 2000’ler başından kalan bu Odessa’nın “başka zamanlar” görüntüsü geliyor. 

Karadeniz’in hırçın sularına bakan, sıra sıra 19. yüzyıl binalarının yer aldığı kordonda o zaman yalnız turistler vardı. 

Vızır vızır her gün THY uçakları inip kalkıyor, Odessa Limanı’ndan düzenli olarak İstanbul ve Tel Aviv’e feribot seferleri yapılıyordu. 

Ukrayna’nın dünyaya en açık liman kentiydi Odessa. 

Bavul ticareti ile nam salan yoğun deniz trafiğinin yerini bir gün savaş gemilerinin alacağı hiç aklıma gelmese de Ukrayna’nın en derin fay hatlarından birinde bulunduğumu o zaman da fark etmiştim. 

Eski casusların, kanun kaçakçılarının, siyasi muhaliflerin ve isyancıların kurduğu bir kent Odessa” diye yazmışım o tarihte de (Öteki Karadeniz’e Yolculuk, 18 Ekim 2006); “Bugün de en çok mafyasıyla meşhur. Rehber kitapçıkları bile kentin ciddi bir mafya karargâhı olduğunu not etmeden geçemiyor.”

ÇÖZÜLEN DÜNYA DÜZENİ

Kentin kuruluşunda dahi aslında bir nizamsızlık, haydutluk ve “vahşi Batı” düzeni vardı.  

Çariçe Katerina, Osmanlı’dan aldığı “Hacıbey” kalesi yerinde ikinci bir St. Petersburg inşa etmek hayaliyle Avrupa’nın dört bir yanından her dil, din, millete mensup insana davetiye çıkarmış; ihtilallerden, savaşlardan, açlıktan kaçan, kolay zengin olmak isteyen, yeni bir yaşam düşleyen ya da macera arayan kim varsa Fransız, İtalyan, Yunanlı, Polonyalı, Slav, Yahudi herkese kucak açmıştı. 

Putin’in “Orası bizimdir. Bizim tarihi, kültürel, ruh mirasımızdır” diye yeri göğü inlettiği yerler böyle yerler aynı zamanda... 

Sadece Odessa değil, adı bile “sınır” anlamına gelen Ukrayna’nın tümü kültürel ve jeopolitik bir fay hattı. 

Batı bu nedenle, duvarın yıkıldığı 1989’dan bu yana Ukrayna’ya hep “tampon bölge” gözüyle baktı. 2004-2013 arası gerçekleştirilen AB’nin doğu genişlemesine Ukrayna bu yüzden alınmadı.    

Bugün sınırları belirsiz olan bu tampon bölgede sırf Ukrayna’nın değil, 20. yüzyıl sonu ile 21. yüzyıl başını şekillendiren dünya düzeninin de çöküşüne tanık oluyoruz. 

1815’te uluslararası sorunların “konsensüs”le çözülmesini hedefleyen Viyana Kongresi’nden bu yana uluslararası ilişkileri hep trafik kuralları misali belli kodlar düzenliyor. 

Viyana düzeni, I. Dünya Savaşı’na değin sürdü. Büyük imparatorlukların dağılmasıyla şekillenen iki dünya savaşı arasındaki döneme dek uluslararası sistem ve düzeni çıplak “güç politikaları” yönlendirdi. 

II. Dünya Savaşı’nın ardından ise “büyük savaş trajedileri” yaşanmaması adına uluslar üstü işbirliklerine güç verildi. AB’nin temelleri atıldı ve barış güvencesi olarak demokrasiler öne çıkarıldı, diplomasiye ağırlık verildi, “askeri güç yoluyla” egemenliğin ihlali tabu mertebesine çıkarıldı.

DEMOKRASİLERİN KRİZİ 

Soğuk Savaş sonuna kadar işleyen bu düzenin duvarın düşüşünden sonra sürekli başkalaştığını ve 11 Eylül’ü izleyen dönemde yol boyunca değerler ve kurumların içlerinin boşaltıldığını, pratikte neredeyse II. Dünya Savaşı öncesi yalın güç siyasetine dönüldüğünü görüyoruz. 

Yascha Mounk bunu The Atlantic dergisinde, Ukrayna savaşıyla eşzamanlı çıkan yazısında çok net anlatıyor. 

Putin’in Ukrayna’ya girdiği saatlerde” diyor özetle Mounk, “Son 16 yıldır demokrasilerin sürekli gerilediğini kaydeden Freedom House’un da son raporu çıktı. 2000’ler başında dünya nüfusunun yarısı ‘özgür ülke’ kategorisindeyken, bugün sadece 10 kişiden 2’si özgür sayılabilcek ülkelerde yaşıyor.

Demokrasilerin krizi karşısında diktatörlerin de maskelerini indirmekte artık sakınca görmediklerini kaydeden Mounk, “Putin’in bundan böyle uluslararası hukuku açık biçimde çiğnerken emellerini gizlemek zorunda hissetmediğine” dikkat çekiyor. 

Ukrayna savaşında bir yanda otokrasiler, diğer yanda demokrasiler var, deniyor ya... 

Bu doğru değil. 

Yaşanmakta olan, demokrasilerin güç kaybıyla 19. yüzyıl tarzı güç politikalarına fütursuzca U dönüş yapılması. 

Putin bu cesareti kendinde “özgür Batı”nın önde gelen isimleri, liderleri ile işbirliği yaparak buldu. 

Oğul Bush 11 Eylül’ü izleyen günlerde Putin’i Maine’deki evinde ıstakoz ziyafetlerine davet ediyordu, Berlusconi Sardenya’daki villasında Rus liderle sefahat âlemleri düzenliyordu. Almanya’nın sosyal demokrat kökenli eski başbakanı Schröder, Gazprom’un Batı lobiciliğine soyunmakta hiçbir mahsur görmüyordu. 

Bunlar olurken Putin içeride basın özgürlüklerini boğuyor, muhalefeti eziyor; tehlikeli bulduklarını zindanlarda çürütüyor, zehirliyor, öldürüyor; Çeçenistan, Gürcistan ve Kırım’da dehşet saçıyordu. 

 Obama bunlar yaşanırken “Rusya ile ilişkileri resetlemek”ten bahsediyor; aklıselim Merkel Moskova ile Berlin’in geleneksel yakın ilişkilerini sürdürmekte sakınca görmüyordu. 

Putin cesaretlenmesin de kim cesaretlensin? Devam edecek.  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Kılıçdaroğlu vakası 14 Nisan 2024
31 Mart’ın bahsi 7 Nisan 2024

Günün Köşe Yazıları