‘Bu, ezen ve ezilenlerin öyküsü’

Canan Tan’ın kaleminden birbirine delicesine düşkün iki kardeşin sızılı ve çarpıcı öyküsü “Pembe ile Yusuf”. Törenin kıskacına kadın-erkek- çocuk yakalananların, vicdanı tutulanların, yiten yaşamların, solan renklerin öyküsünü sadece kadınların değil erkeklerin cephesinden de yazmış Tan. Tan’la “Pembe ile Yusuf” madlı romanını konuştuk.

Yayınlanma: 31.10.2014 - 11:26
Abone Ol google-news

-Nalına mıhına mühürlü bir törenin de öyküsü Pembe ile Yusuf.

- Töresiz yaşayamayız. Gelenek ve göreneklerimiz hayatımızı yönlendiriyor. Denildiği gibi “Töreler, Türklerin Anayasası” gibi. Türkiye büyük şehirlerden ibaret değil. Belli paravanların arkasına saklanarak töreyi öne sürerek yaşatılan dramlar ne yazmakla biter ne çekmekle. 21 yaşında gelin gittim Diyarbakır’a ve töreyle ilgili pek çok yaşanmışlığa tanık oldum. Bu konuları çok derinlemesine inceledim. Mesela Piraye romanımda kuma olgusu var. Bu kitapta ister istemez bir çocuk gelin konusuna girdim ama sadece bir çocuk gelin hikâyesi değil. Orada özel bir durum var işte bir babanın, kızına duyduğu gizli kinden dolayı büyük kızının yerine küçük kızını kocaya vermesi çok küçük yaştayken. Bunlar hep yaşanıyor.

- Servet, sıkı bir boyut törenin erkek evreninden.

- Servet, enteresan bir karakter, psikolojik saplantıları var. Mesela babaya düşkünlüğü. Bir erkeğin babaya düşkünlüğü ve öncesinde aslında babanın ona düşkünlüğü. Doğan ilk erkek çocuğuna da servetim diyen bir babanın oğlu Servet. Karşılıklı inanılmaz bir bağ oluşuyor aralarında. Babasının ölüm anında içi dayanmıyor ve tam da o anlarda doğan kızından nefret etmeyi seçiyor. Bir kere doğan erkek değil kız çocuk ve babasının öldüğü sıralarda dünyaya geliyor. Onu çarpık bir biçimde yorumluyor bilinçaltında. Tüm karakterlerde benzeri psikolojik altyapıyı işlemeye özen gösterdim.

“DİLİM DEĞİL AMA HİKÂYE SERT”

- Acımasız, sert, öfkeli değil diliniz.

- Hayır ama hikâye sert. Benim yapımdaki yumuşaklık hikâyenin sertliğini sertliğini biraz dengeledi
sanıyorum. Öfkeyle yazmıyorum, okurunu çok üzen bir yazar değilim. Gerçi yazarken çok hırpalandığımı itiraf etmeliyim ama okuru hırpalamaktansa kendim hırpalanmayı tercih ediyorum. Kitaplarımda insanları karamsarlığa sevk etmek, acı aşılamak gibi bir açı göremezsiniz. Okura olayları bir roman gövdesinde serip yaşamın içinde bu da var diyerek yorumu
onlara bırakmaya çalışırım mümkün olduğunca hırpalamadan.

- Herkes kurban romanda. Kadınlar başta ama bir o kadar erkekler de kurban.

- Tabii, Servet’in babası da Servet de İsmail de Yusuf da kurban. Issız Erkekler Korosu adlı romanımda da bu var, erkekler de eziliyor evet. Onlar da acı çekiyor, horlanıyor, inanılmaz baskı altına giriyor. Yine töreler gereği duygularını açıkça ifade edemezler, doğru dürüst dertleşemezler üstelik. Elbette kadınların yaşadıklarının yanında gölde bir su damlası gibi kalıyor ama... İsmail mesela çok acınacak, kurban olmayacak bir tipmiş gibi görünse de işte oğluna çok sevdiği bir askerlik arkadaşının adını koyacak kadar da duygusal. Bir kalbi var baktığınızda.

“EZENLER GİDİŞATTAN MEMNUN!”

- En büyük kurban Yusuf kuşkusuz.

- Kesinlikle başlı başına bir kurban. Törenin kıskacında en ezilenlerden biri. vTörelerin bayraktarlığını yapmak erkeğin görevi, ellerine silah veriliyor, öne salınıyor ve cinayet işletiliyorlar. Bunu öylesine de içselleştiriyorlar ki başkasını düşünmeyi akıllarına bile getirmiyorlar. Romanda Yusuf’un hayatı mahvoluyor. O “aba” dediği, canı kadar sevdiği, düşkün olduğu ablasını öldürmesi isteniyor

- Vicdan çizgisi nasıl romanda o anlamda?

- Kiminin vicdanı ayakta, kimininki ise suskun. Törenin bir sonraki kuşağına dört başı mamur(!) devredilişi Pembe hakkında verilen ölüm kararı. Baba ve oğulları, “böyle gelmiş böyle gider” diyor, vicdanlarının sesi devreye hiçbir şekilde girmiyor. Namusları temizlenecek o kadar! Yusuf’un ise tam tersine vicdanı gümbür gümbür, kabullenmiyor babası ve ağabeylerinin cinayet kararını. Anneleri çaresiz, acılar içinde. Pembe ise her şeyin farkında. Ezen ve ezilenler, aynı aile içinde, ayrı kutuplarda yaşıyor gibi. İsmail’le iki büyük oğlu Nusret ve Nevzat “ezenler”; Keder, Pembe ve Yusuf “ezilenler.” Ezenler memnun gidişattan, ezilenlerin ise elleri kolları bağlı, çıkışları yok.

Ezenler de vakti zamanında ezilmiş.

- Kesinlikle. Buna kadınlar üzerinden bir örnek verirsem bir kaynana Diyarbakır’da mesela gelinini korkunç ezer. Çünkü kendisi de zamanında aynı şekilde ezilmiştir ve sıra artık ondadır, o rahat edip hüküm sürecektir. Kadın ancak bir erkek evlat doğurursa biraz statü kazanır. Yoksa ya kuma gelir ya da aynen ezilmeye devam eder.

- Keder’in kocası İsmail köyden kente göçüşün ve yozlaşmanın nasıl bir örneği?

- Romandaki bir açı da o. Doğu’dan göçle gelmiş ailelerin büyük şehirdeki yaşantılarından sahneler... Hiç gelişim, değişim göstermeyecek insanlar vardır ya İsmail de onlardan biri. Ne olursa olsun ufkunu açamıyor. Hep çıkarını düşünüyor. Anlayışsız, kaba yanları aynen kalıyor.

- Romanda belli bir zaman dilimi yok.

- Çok doğru. Belli bir zaman dilimi olmadığı gibi hangi zaman dilimine ait olduğuna dair bir ipucu da yok. Törenin zamansızlığına vurgu yapıyorum orada. Ayrıca mekânlara da çok önem veririm, işte Piraye 10 yıl kaldığım Diyarbakır’da geçer, yani yer bellidir. Ama olay 10 yıl önce de yaşanmış olabilir bugün de hatta yarın da yaşanabilir.

- Fidan karakteri... Başlı başına bir öykü. Neyin simgesi olabilir Fidan?

- Onun da acıları var. Kuması var. Geçim derdinde, yemekler yapıp satıyor. Pembe’nin dert ortağı. Yaşadıklarının yüzünü soldurmasına izin vermeyen bir kadın. Kimseye eyvallahı yok. Son derece doğal bir kadın. Hikâyenin sertliğini alan bir karakter olarak da devreye giriyor.

- Diyarbakır’daki gözlemlerinizi açar mısınız?

- Görmediğim kadın kalmadı diyebilirim. Kumalıları çok gözlemledim. Bir de eşimin anneannesi bir çocuk gelinmiş. Gazi Köşkü’nün sahiplerinin torunudur eşim. Atatürk gittiği zaman ona hediye edilmiş köşk ve ben gelin gittiğimde imparatoriçe gibi bir kadındı Makbule Hanım. Mako derdik biz ona. Altı yaşındayken ablası ölüyor. Nihat dedeye söz kesiyorlar. Altı yaşında küçücük bir kız o zaman Makbule Hanım. Bekliyorlar büyümesini. Ne kadar mı bekliyorlar. On iki yaşına gelene kadar. On iki yaşında nikâh kıyılıyor. Çocukları oluyor ve Nihat Dede ölünce çok genç yaşta dul kalıyor. Bu gerçeklikleri birebir en yakınımda gördüm. Yanı sıra buna benzer yaşananları yazdım işte Piraye’deki kuma olayı... İstanbullu bir kızın Diyarbakır’a gelin gelmesi ve üzerine kuma getirilmesini bizzat gözlemledim. Kız kısırı diye bir inanış var, oğul olmayınca gelsin üzerine kuma..

- Yeni bir kitap projeniz var mı?

- Gene biraz sert bir hikâye olacak. Tutuklu kadınları yazacağım. Bir de ben edebiyat camiasına ters yönden girdim. İlk çıkışım mizah öyküleriyle oldu. Aziz Nesin ve Rıfat Ilgaz ödüllerim var. Bir mizah kitabı çıkarmayı da planlıyorum. Ayrıca kitaplarımda altında şair ismi olmayan dizelerin hepsi bana ait. Şiirlerimi de bir kitapta toplayabilirim.

Pembe ve Yusuf/ Canan Tan/ Doğan Kitap/ 296 s.


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler