Beyoğlu'na rengini onlar veriyor

Bundan 50 yıl önce Ordu’nun Alevi köyünden bir gencin gurbet yoluna düşmesiyle başlıyor hikaye. Devamı, Sarıgazi semtinde yaşayan Ordululardan oluşan bir garson ordusunun Beyoğlu’nun gece hayatına rengini vermesiyle geliyor. Dayanışması, kültürü, ekonomisi, sosyolojisiyle içinden Beyoğlu gece hayatı geçen bir Sarıgazi öyküsü bu.

Yayınlanma: 03.05.2015 - 20:34
Abone Ol google-news

Sarıgazi. Ümraniye’ye bağlı bir ilçe. Beldeden çıkıp ilçe haline geldiği 2008 yılından bu yana adı Sancaktepe. Çekmeköy-Şile yolu üzerinde Sancaktepe tabelasını takip edin, Sarıgazi’ye varıyorsunuz. Orada yaşayanlar içinse ismi hâlâ Sarıgazi.

Sol örgütlerin yoğun faaliyet gösterdiği bir bölge olarak bilinir Sarıgazi. Son dönemde de semtte türeyen uyuşturucu satıcılarıyla mücadelesi akla geliyor adını duyunca.

Oysa Sarıgazi bir de garsonuyla meşhur. Nasıl mı? Gelin baştan başlayalım.

Yıl 1965. Ordu’nun Gölköy ilçesine bağlı Kuzören köyünde geçim sıkıntılarına bağlı bir göç dalgası başladı başlayacak. İlk cesaretlenenlerden birisi Hocanın Cemal diye andıkları Cemal Akkoyunlu. 

İlkokulu bitirince atlıyor, İstanbul’a geliyor. İş aramaya başlıyor. Onunla birlikte İstanbul’a gelen birkaç arkadaşıyla beraber, kader bu ya, Beyoğlu’nda komi olarak çalışmaya başlıyorlar.

Kuzören bir Alevi köyü. Ordu’da bir Alevi köyü olarak kültürlerine sıkı sıkı bağlılar. Kültürü korumanın da tek yolu var, dışarıya karşı bir olmak, bir arada durabilmek, birbirine her durumda destek vermek.

Hocanın Cemal ve arkadaşları komi olarak çalışıp bir bekar evinde yatıp kalkarken, köyden gelmek isteyen arkadaşlarına da yardımcı oluyorlar. İş buluyorlar. Komi olarak tabii...

Hikayenin başı bu. Arada kalan kısmı anlatmaya devam edeceğim ama araya son durumdan bir manzara katalım: Sarıgazi’de Tuncelililer ve Sivaslılarla birlikte en büyük nüfusa sahip yerleşimciler Ordu Gölköy’den. Ve neredeyse tüm erkeklerin tek bir mesleği var: Beyoğlu ve çevresinde garsonluk, komilik, yıllar sonra gelinen noktada mekan işletmeciliği ve sahipliği. Yani Beyoğlu’da bugün meyhane denince akla gelmesi gerekenler Türkiye’nin diğer ucundan bir şehir ve İstanbul’un diğer ucundan bir semt.

Hikayeye kaldığımız yerden devam edelim. Hocanın Cemal zamanla işi büyütüyor ve Karaköy Perşembe Pazarı’nda bir muhallebici açıyor. Muhallebicinin Kuzörenlilerin tarihindeki önemi büyük. Çünkü açıldığı andan itibaren orası bir buluşma noktası haline geliyor. Köyde ilkokulu, bilemedin ortaokulu bitiren atlayıp İstanbul’a geliyor, Cemal abinin muhallebicisini buluyor, gerekirse bekar evine geçene kadar muhallebicinin üstündeki depoda yatıp kalkıyor ve bir yerlerde komi olarak işe sokuluyor. Bu esnada muhallebicide karnını doyuruyor, borç para alıyor, veriyor. Ve tabii sosyalleşiyor.

 

TEK ODALI BEKAR EVİNDE 15 KİŞİ  

“O dönemde Beyoğlu çok karışıktı” diyor Nevizade’deki Lipsos Restoran’ın ortaklarından Aydın. “Kuzören’den geldik, sadece meyhane değil pavyonlarda da çalıştık. Birbirimize sahip çıkmasak bozulur giderdik. 15 kişi tek odalı bekar evinde yerde yatardık ama kavga etmezdik. Birbirimizi kollardık. Kimsenin yanlışa sapmasına müsaade etmezdik.”

Her biriyle konuştukça anlıyorsunuz, sahiden benzerine nadir rastlanacak türden bir dayanışma var aralarında.

Arkadaşlarının ‘beton’ lakabını taktıkları Ali, bugünlere gelinmesinde eski meyhane sahiplerinin kendileriyle kurduğu ilişkinin payına vurgu yapıyor. “Hasır Restoran vardı o zamanlar. İlk orada çalışarak başlandı bu mesleğe. Sahibi Niko çok şey öğretti bize. Komiliği, ardından garsonluğu ondan öğrendik.”

Hayatını kaybeden Niko’yu herkes sevgiyle anıyor bugün. ‘Paraya sıkışsak borç verir, haftalığımızdan keserdi’ diyor Beton Ali. Ama korkuyorlarmış da. Bir gün sadece bir saat geciktiği için utancından dükkana gitmeye korkup arkadaşını göndermiş. ‘Git dükkanda kalan pantolonumu al, ben artık gelemem, Niko istemez beni.’ Arkadaşı patrona Ali’nin bir saatlik gecikme nedeniyle utancından işi bıraktığını anlatınca Niko çağırmış Ali’yi. Kızmamış. Bir de harçlık vermiş, geç işinin başına demiş.

Bir diğer efsane isim de Krepen’deki İmroz’un bugün 95 yaşında olan sahibi Yorgo Baba. 

Onu da Kuzören’den 1987’de gelen ve 1995’ten bu yana İmroz’da çalışan Efe abi anlatıyor. Tıpkı Niko gibi Yorgo’nun da mesleği öğrenmelerinde nasıl da katkısı olduğundan söz ediyor.

Hikaye buraya kadar tamam. Beyoğlu’ndaki Kuzörenli garson ve komi nüfusu 1970’lerle birlikte artmaya başlıyor, 80’lerle birlikte zirveye çıkıyor. Peki, Sarıgazi nasıl giriyor hayatlarına? İstanbul’un bir diğer ucuna, o zamanlar Sarıgazi Köyü diye anılan bir yere yerleşmek de nereden çıkıyor?

Onun da arkasında Ümraniyeli emlakçı Hacı Salih var. Hacı Salih bekar evlerinde yaşayan Kuzörenli arkadaşlarına ‘Bu böyle olmaz’ diyor. ‘Gelin size İstanbul’un bu en ucuz toprağından bir arsa alalım. Evinizi oraya yapın. Ailenizle birlikte yaşayın.’

70’lerin ortalarına doğru ilk arsa alınıyor. 80’lerin ortalarından itibaren ise artık gelenlerin ilk adresi bekar odaları yerine Sarıgazi evleri olmaya başlıyor.

“Ben 1985’te İstanbul’da bekar odasına değil eve geldim’ diyor Aspera’nın ortaklarından Hakkı. ‘Okulu bitirdim, çıktım geldim. O zaman bugünkü gibi fındık yoktu Gölköy’de. Mecburen geliyorduk. Biraz hayvancılık, biraz tarımla geçinmek mümkün değildi.”

Evet, yerleşim başlıyor ama insanın aklı almıyor, nasıl olur da Beyoğlu’da geceyarısı biten bir işte çalışanlar hayatlarını Sarıgazi’de sürdürebilir? Cevap yine aynı: Dayanışmayla. Sabahları yollara beraber dökülürlermiş. Önce Mecidiyeköy otobüsünün geçtiği anayola kadar yürünüyor, ardından Mecidiyeköy’den Taksim’e geçiliyor. “Sarıgazi yolu o kadar çamur olurdu ki, ayağımıza poşetler takardık. Sonra Mecidiyeköy’e gelince poşetleri çıkarırdık” diyor İmroz’un vazgeçilmezi Efe abi.

Peki ya dönüş? O da araba sahiplerinin arabasız olanları yanına almadan dönmemesiyle çözülüyormuş. Saat 1’de çıkanlar belli. Onlar arasından arabası olanlar olmayanları hep yanına alıyormuş.

Bugün hâlâ aynı sistem geçerli. Araba sahiplerinin sayısı arttıkça iş daha da kolay hale gelmiş. Yine de Beyoğlu’na tek başına gelip tek başına arabasıyla dönen yok. O arada mutlaka dolu geliyor ve dolu dönüyor. Kural bu.

“İşimiz gereği evleri mecburen biraz otel gibi kullanıyoruz. Geceyarısı git yat. Sabah kalk bu tarafa gel” diyor tecrübeli garsonlardan Gürsel.

Hali vakti biraz düzelince Sarıgazi’den daha yakına taşınayım diyen yok mu peki? İnanılmaz ama yok! “Eşimizin, çoluğumuzun çocuğumuzun burada güvende olduğunu biliyoruz” diyor Aydın. “Gözümüz burada arkada kalmıyor. Biz orada çalışırken ihtiyaç olsa hemen koşup yetişecek birilerinin olduğunu bilmek bizi rahatlatıyor. O nedenle bizim buralardan giden pek olmaz. Parayla ilişkili bir şey değil bu.”

Hakkı ekliyor: “Boğaz’da yalı verseler kimse gitmez.”

Konuşunca, biraz daha derine girince anlıyorsunuz, Sarıgazi’yi terk etmemek onlar için aynı zamanda Alevi kültürünü, geleneklerini korumanın da tek yolu. Hakkı büyük bir kabileye benzetiyor kendilerini. Ayrılmak dışlanmak demek. Kimsenin dışlanmaya tahammülü yok.

 

KOMİLİKTEN MEKAN SAHİPLİĞİNE 

 

Komilikle başlayan macera kimileri için mekan sahipliği ile sonlanmış. Bugün birden fazla ortakla pek çok mekanın başında Kuzörenliler var. Ortaklar birlikte yetiştikleri arkadaşları tabii ki. Birisi mutfağa bakıyor, bir diğeri personele, ötekisi alım-satıma.

Mekan sahibi olamayan orta kuşak ise büyük tecrübeye sahip, Beyoğlu ve İstanbul’un en önemli mekanlarında garsonluk yapmaya devam ediyor.

30 yaşındaki Mehmet ve Serdal kendi jenerasyonlarının bu mesleğin son temsilcileri olduğunu söylüyor. Sarıgazi’de neredeyse 40 yıl öncesine uzanan garsonluk geleneği onlarla beraber son bulacakmış. Neden? “Artık insanlar çocuklarını okutuyor” diyor Mehmet. Kimse çocuğunun garsonluk yapmasını istemiyormuş. Keza işletmecilik de. “Sonuçta gecesi gündüzü olmayan bir iş yapıyoruz” diyor Hakkı. Bu son jenerasyonla birlikte Kuzörenlilerin garsonluk macerası da sona erecek gibi görünüyor. 20’li yaşlardakiler memurluk, öğretmenlik gibi ‘devlet kapısında’ işleri istiyor. Mesaisi belli olsun, kimsenin ağzının kokusu çekilmesin.

Orta yaş grubunun bundan sonrası için istedikleri son da istisnasız aynı: 10-15 yıl sonra köye dönmek. Zaten Kuzören’de evler hazırlanmış. Her yaz mutlaka gidiliyor. Tek hedef emekliliği köyde fındık toplayarak, yaylada piknik yaparak geçirmek. 

 

 

NEREDE O ESKİ KOMİLER, GARSONLAR, MÜŞTERİLER?  

Sohbetlerimiz sırasında en çok duyduğum cümleler: Nerede o eski komiler, garsonlar? Nerede o müşteriler? Hep komiliğin kendi zamanlarında ne kadar zor iş olduğu, şimdikilerin rahata alıştıkları anlatılıyor. ‘Tepsiyi böyle azıcık yamuk tuttun mu, garsondan masanın altından tekmeyi yerdin’ diyor Beton Ali. ‘Şimdi dört kominin yaptığı işi o zaman biz tek başımıza yapıyorduk. Masa örtülerini bile kendimiz yıkayıp ütülüyorduk.’ Garsonluğun prestiji de o zamanlar başkaymış. Beyaz gömleği çekip mahallede yürümenin havası hiçbir şeye benzemezmiş. Komilikten garsonluğa geçmenin mutluluğu paha biçilemezmiş. Farklı olan üçüncü şey ise müşterilermiş: Bir paltoyu asmaya dört komi atlarmış, müşteri dördüne de ayrı ayrı bahşiş verirmiş.

 

KAHVEHANE DEĞİL EFSANE GARSONLAR GEÇİDİ 

Sarıgazi’de her zaman toplanılan kahvehaneye giriyoruz. Manzara şu: Reina’nın garsonu filanca, Topaz’dan bir başkası. Ötekisi Midpoint’te şef olmuş. Hepsi işlerine dağılmadan önce çaylarından birer yudum alıp dertleşiyor, tavla atıyor.

Bir başka kahvehane Beyoğlu Balık Pazarı’nın hemen alt sokağında. Orada da ya mesai öncesi buluşulup kağıt oynanıyor, ya mesai sonrası yorgunluk çayı içiliyor. 

Son bir buluşma noktası da Nevizade’deki çay ocağı. Hasan tarafından işletiliyor. Hasan da bir süre garsonluk yapmış. Fakat neredeyse 20 yıldır çay ocağında. ‘Burada daha rahatım’ diyor. İşinden memnun olmayıp iş arayanlar mutlaka Hasan abilerine bir uğruyor.


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler