Hikmet Çetinkaya

Dün ve bugün...

23 Temmuz 2017 Pazar

Bir batık kent görmüştü düşünde...
Bulutlar uçuşuyor gibiydi... Öfkesi dinmişti...
İçinde derin bir sızı alıp götürmüştü onu bilinmeyene doğru...
Serin ve yağmurlu akşamı severdi.
Çocukluğunu düşündü, babasının ölümünü. İlkokul yıllarını... Topaçlarını, kırmızı köprünün yanı başındaki kahveyi. Niobe’yi, yani Ağlayan Kaya’yı...
Caddeler ve parklar... 60’lı yılların başıydı. Bir kentin içindeydi tek başına...
Yelkenli gibi fora edilmiş sevdaları, o lacivert akşamların derinliğinde yol alıyordu...
Gramofonlar susmuştu.
Eskisi gibi şiirler de okumuyorduk...
Delikanlıydık. Genç kızdık!
Gökkuşağının yüzlerimize vurduğu yıllar geride kalmıştı...
Tekmil deniz kuşları kaçıyordu...
Tüm dönüş yolları kapalıydı...
Dalgalar kayalarda patlıyordu...
Lawrence’in aşkları duvarlara çizilmiş resimlerde kalıyor, bir gölge oyunu içinde kaybolup gidiyordu...
Bir batık kentin içindeydik...
Aldatıcı ama erdemli düşler görüyorduk...
O gece yine bilinmeyenen bir saatte Miklos Radnoti’den şiirler okuyorduk:
Dün yağmur çiseliyordu ve önümüzde
diz çökmüş bir insan gibi duran çalılıktan, çayırlığa
iki sevdalı çıktı ve uzaklaşıp gittiler
Çiçekler gibi açılmış dudaklarıyla
Bugünse yamaçta bize doğru sürünen
toplardır ve balçık içinde dönen tekerlekler
Miğferlerle örtülü alınlar
Ve arkada kan ve ter kokuları bırakarak
Yürüyen askerler
.........
Kumral çocukluk! Çoktandır yoksun artık!
Yaşlılıksa ulaşılmayacak kadar uzak!
Dizlerine kadar kan içinde duruyor şair
Söylediği her türküyü son türkü diye adlandırarak.

***

Sessizlik bize göre değildi...
Batık kentte dolaşırken kendi kendimize sormuştuk:
Dün ve bugün nedir?
Yanıtını hep birlikte vermiştik:
Yaşam
Çok eski zamanlardan arta kalmış acılar kuşatmıştı yüreğimizi...
Birden mavi evleri anımsadık...
Her şeyi unutmuştuk...
Seven sevişen her şeyi yıldızlara inat, ormanlardaki kuşlara, böceklere inat, doğan güneşe, yağmura, fırtınaya inat unutmuştuk...
Kıpırdamayıp aynı yerde kaldık...
Ağladık kimi zaman, kimi zaman güldük...
Oysa yeryüzünde aşka karşı gelenlere amansız bir savaş açmış, sevdanın resimlerini birlikte çoğaltıp çocuklarımıza armağan etmiştik...
Devrime inanmıştık o yaşlarda...
Yıllar geçti!
Hızlı devrimcilerin bazıları bir fırdöndü oldu, yeni dünya düzeninin yılmaz savunuculuğuna soyundu...
Şimdi bir köşede eski mevsimlerin, kaçıp giden yılların bize dönmesini istiyoruz; kanadı kırık kuşların yarım kalmış aşklardan haber getireceğini sanıyoruz...
Saçlarımız kırlaşmış, omuzlarımız çökmüş...
Alevlerin alacakaranlığında yitik zamanların sevdalarını toplama çabamız boşuna...

***

Bir tuhaf aydınlık, bir tuhaf gökyüzü...
Söyler misiniz, yaşamın neresindeyiz?
Batık kentteyiz alaca bir şafakta...
Carlos Oquendo de Amat’ı dinliyoruz:
Alçakgönüllü bir ezgi gibi usulca geliyor adam
ve beyaz kumrular uçuyor ellerinden
Anılarım hep beyazlar giydiriyor sana
buradakilerin uzaktan izledikleri bir çocuk oyunu gibi
Bir gök ölüyor ellerinde ve inceliğinde bir başka gök doğuyor
Sevecenlik bir çiçek gibi açıyor yanımda seni düşünürken
Sesin yağmur kadar ilkel
Seninle ufuk arasında
Güller de şarkılar da sessizdir sen varken.
Şaşkındık...
Tedirgindik...
Gözlerimizde acılar vardı; hüzün ve umutsuzluk...
Işıklar sönmüş, gramofonlar susmuştu...
Şiir okumayı unutmuştuk...
Sevgisizdik!...
(Bu yazı Necla kitabımdan bir alıntıdır)  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Aşklar ve sevinçler... 9 Eylül 2018
Hoşça kal hüzün... 6 Eylül 2018

Günün Köşe Yazıları