Osmanlı taşrasının gündelik hayatını, aile içi ilişkilerle devlet mekanizmasının nasıl iç içe geçtiğini en iyi gösteren örneklerden biri kuşkusuz Midilli’den Kulaksızoğlularıdır.
Midilli gibi Ege’nin gözde bir adasında, bir yandan Osmanlı İmparatorluğun modernleşme sancıları, Tanzimat reformları, yeni vergi ve idare düzeni şekillenirken, diğer yandan bir ailenin servet, iktidar ve itibar mücadelesi sahne alır.
Devletin verdiği unvanlar, Paşalıklar, Kaymakamlıklar ve Belediye Reislikleri, yalnızca kamu görevleri değil, aynı zamanda yerel güç ağlarının düğüm noktalarıdır.
Kulaksızoğlu Mustafa Ağa’dan başlayıp oğlu İsmail Paşa’ya ve torunlarına uzanan bu hikâye, hem Osmanlı taşrasındaki sosyo-ekonomik dönüşümü hem de miras, servet ve adalet arayışının insan hayatlarını nasıl şekillendirdiğini anlatır.
Bir yanda zeytinyağı fabrikaları, bankalar, vakıflar ve modernleşme girişimleri; diğer yanda aile içi trajediler, miras kavgaları, yolsuzluk iddiaları ve bir kadının — Ümmü Gülsüm’ün — hakkını arama mücadelesi vardır.
Bir önceki yazının devamı niteliğinde olan aşağıdaki satırlar, bu geniş tarihsel panoramayı, Midilli’nin sokaklarında, konaklarında, mahkeme kayıtlarında ve hafızasında, Ümmü Gülsüm Behiye hanımın izinde dolaşarak takip etmeye çalışıyor.
Kırık bir aynanın yansımasında!

(Midilli kent çarşısı.19.yüzyı sonları)
***
19.yüzyıl sonlarında Midilli adasının nüfusu toplam 90 -110 bin idi. Bu nüfusun 75-90 binini Ortodoks Rumlar, 10-15 bini (%15) Türk/Müslümanlar oluşturuyordu. Az miktarda, 300-500 Yahudi ve Ermeni vardı. (Michael Kiel-İslam Ansiklopedisi-Midilli)
Adayı Rum çoğunluğunun üstünde dört yüz yıldır Osmanlı hükmediyordu.
Yönetici sınıf Türk/Müslümandı.
Ama köylüler köylü, ameleler amele, ortakçılar, toprak sahipleri Rum da olsa Türk de olsa aynıydı. Ancak askere alınanlar Türklerdi.
Kulaksızoğlu ailesinin ve Ümmü Gülsüm Behiye Hanımın öyküsü bu bağlamda şekillendi.
19.yüzyıl Osmanlı coğrafyasında, Midilli Adasının önemli ve güçlü ismi Kulaksızoğlu Mustafa Ağa, ölümüyle ardında eşi Aliye Hanım’ı ve iki oğlunu — İsmail ve Niyazi’yi — bırakmıştı.
Büyük oğul İsmail, Midilli’de muhtemelen 1805/1809 yıllarında doğmuştu. (Metin Ünver, Midilli Adası’nın İdari ve Sosyo-ekonomik Yapısı (1876–1914), 2012, s. 236)
Babası Mustafa Ağa’nın tuttuğu hocalardan eğitim almış, daha on yedi yaşında memuriyete başlamıştı.
Türklerin azınlıkta olduğu adada Osmanlı, eğitimli gençler hemen Devlet kadrolarına alıyordu.
Genç İsmail 1825’te Sipahi Alaybeyi (atlı askerlerden oluşan birliğin/alayın komutanı), 1833’te ise babasının ölümünün ardından onun yerine Dergâh-ı Âlî Kapıcıbaşı (Saray Muhafızı) rütbesiyle Midilli’nin güvenliğinde sorumlu “muhafızı” ve “nazırı” oldu.
Nazırlık unvanı Osmanlı taşrasında idarecilik yapacak kişilere verilen onursal bir rütbeydi.
1839’da Tanzimat ilan edilince “nazırlık” makamı tarihe karıştı.
Böyle olunca, İsmail Ağa bu görevden uzaklaştırıldı; fakat ertesi yıl devlet onu Midilli Kaymakamlığına getirdi.
Ne yazık ki görevinin ilk yılları, 1840’ta Batı Anadolu’yu sarsan büyük bir veba salgınına denk geldi.
Rivayetlere göre kırk bin kişinin canını alan bu felaket, adanın hafızasına acı bir mühür gibi kazındı. (Michael Kiel, “Midilli”, İslam Ansiklopedisi)
İsmail Ağa bu buhranlı günlerde yerel idarenin başındaki kişiydi.
Yine de felaketler arkasından umut ışıkları da yandı.
Devlet o güne göre yeni arayışlar peşindeydi.
1844’te Avrupa teknolojisiyle modern bir zeytinyağı fabrikası kurmakla görevlendirildi İsmail Ağa.
Bu girişim, Midilli’de sanayileşmenin ilk adımlarından biri sayılır.
Ada’nın Yera (Yere) Körfezi’nin kuzey kıyısı boyunca birçok zeytinyağı fabrikası kuruldu. Bunların çoğunu Türkler çalıştırıyordu.
Yıllar sonra adanın entelektüel Rumları, zeytinyağı fabrikalarıyla dolu olan bu çevreye, İngiltere’nin sanayi bölgesi olan Manchester şehrine izafeten Midilli’nin Manchester’i diyeceklerdi.
Kulaksızoğlu İsmail Ağa’nın adını asıl duyuran olaylardan biri ise 1850’de yaşandı: Sultan Abdülmecid Midilli’yi ziyaret ettiğinde, babası Mustafa Ağa’nın inşa ettirdiği — fakat bugün yerinde olmayan — büyük bir konakta ağırlandı.
Padişah, bu konutta ağırlanmaktan duyduğu memnuniyetin ifadesi olarak konağa iki büyük ayna hediye etti; bu aynalar yıllarca ailenin onur sembolü olarak saklandı.

(Osmanlının 19.yüzyıl aynalarından bir örnek)
Adada sahip olduğu güçle, İsmail Ağa Midilli merkezinde beş üyeden meydana gelen Turuk ve Meâbir (yol, geçit, köprü, iskele yapımı) Komisyonu’nun başına da İsmail Ağa oğlu Halil Râzî Beyi geçirdi. İki yıl sonra, 1887’de onun yerini diğer oğlu Halim Bey aldı.
Kulaksızoğulları ailecek adayı yönetiyordu.
Bu gelişmeler bağlamında İsmail Ağa birkaç kez devlet nişanı ile ödüllendirildi; 1851–1853 yıllarında “Paşa” unvanıyla taltif edildi.
Artık İsmail Ağa değil İsmail Paşa’ydı.
Fakat onun şahsiyetine dair farklı tanıklıklar da var.
1852’de Midilli’ye atanan İngiliz konsolos yardımcısı, tanınmış arkeolog ve tarihi eser kaçakçısı C. T. Newton, anılarında Kulaksızoğlu İsmail Paşa’dan da söz eder.
Newton, Osmanlının Rodos adası merkezli Ege Adaları Valisi Tepedelenlizâde İsmail Rahmi Paşa ile birlikte, tarihi eser peşinde Tenedos’a (Bozcaada) yaptıkları ziyareti anlatırken, onlarla birlikte olan İsmail Paşa’yı “huzursuz, güvensiz ve kurnaz” bir kişi olarak tanımlar. (İpek Demir, Charles Thomas Newton: Osmanlı Topraklarındaki Kazıları (1854–1859), Eski Eser ve Arkeoloji Politikaları, 2025, s. 148)
Paşa’nın olumlu hizmetlerin yanı sıra karanlık işler içinde olduğu da seziliyordu demek!
İsmail Paşa, görev yıllarında yalnızca övgü değil, eleştiriler de toplar.
Bazı kaynaklara göre, kimi uygunsuz davranışları nedeniyle halkın bir kısmının — özellikle de adanın ileri gelenlerinin — tepkisini çeker, hatta üst makamlara şikâyet edilir. (Faruk Doğan, History Studies, 3/2, 2011, s. 166)
Buna rağmen Kaymakamlık görevini 1860/61’e kadar sürdürür; ancak 1861’de alınan bir kararla, belki de hakkında çıkan olumsuz söylentiler nedeniyle bu görevinden azledilir.
Onun hayatına dair son perde ise belirsizliklerle doludur. Ölüm tarihi kesin olarak bilinmemekle birlikte, kimi kayıtlara göre muhtemelen 1881’de, kimilerine göre ise 1887’den sonra vefat eder (Faruk Doğan, History Studies, 3/2, 2011, s. 166; Metin Ünver, Midilli Adası’nın İdari ve Sosyo-ekonomik Yapısı (1876–1914), 2012, s. 292)
***
Bütün bu anlatılar bir araya geldiğinde, Kulaksızoğlu ailesinin Midilli’deki serüveni yalnızca bir hanedanın hikâyesi değil; Rum-Ortodoks çoğunluk üzerine inşa edilmiş Osmanlı taşrasının değişen yüzünün, İmparatorluğun merkez-çevre ilişkilerinin ve dönemin insan manzaralarının da yansımasıdır.
Mustafa Ağa’nın temkinli idaresi, oğlu İsmail Ağa/Paşa’nın sancılı, aynı zamanda girişimci ama şaibeli yönetimi ve bu iki kuşağın bıraktığı izler, adanın taşlarında hâlâ fısıldıyor gibidir.
Ne var ki bu dalgalı hava, aile içinde miras kavgası başlayınca iyice bulanacaktır.

(Midilli kenti, kuzey/yukarı liman-Epano Skala. Önde Viagla Camii. 19.yüzyıl sonları)
***
1833 yılında Midilli Nazırı iken ölen Kulaksızoğlu Mustafa Ağa’nın büyük oğlu İsmail, babası gibi adada önemli bir şahsiyet olmuştu.
Sorumlu görevler üstlendi, devletin gözünde değerli bir idareci olarak görüldü. Ne var ki bütün bu itibara rağmen aile büyük sarsıntılar yaşamaktan kurtulamadı.
Mustafa Ağa’nın geride bıraktığı büyük servet, kısa sürede derin bir paylaşım kavgasına dönüştü.
Bu miras kavgasının gölgesinde aileyi sarsan trajik bir olay yaşandı: Mustafa Ağa’nın küçük oğlu Niyazi, 1835/1836 yıllarında şüpheli bir şekilde öldü.
Ağabeyi İsmail Paşa’nın ifadesine göre kardeşi Niyazi, oğlu Emin tarafından bir kaza sonucu öldürülmüştü.
Ancak asıl sarsıcı gelişme bundan sonra yaşandı: Babasını öldürüp kaçan Emin, İsmail’in emiriyle yakalatıldı ve idam edildi. (Faruk Doğan, History Studies, 3/2, 2011, s. 166)
Bu facia, belki de servet kavgasının ilk kıvılcımıydı. Ardından başlayan miras paylaşımı aileyi daha da perişan etti.
Zenginlik, aile bağlarını çözdü; kan ve ihanete bulandı.
Paranın gözü kör olsun!

(Midilli’de muhtemelen vergi toplayan Osmanlı görevlileri. 19.yüzyıl sonları)
***
Kulaksızoğlu İsmail Paşa’nın üç oğlu vardı: Halil Râzî Bey, Mustafa Bey ve Halim Bey. Üçü de Midilli’de saygınlıklarıyla tanınan, üst düzey görevlerde bulunmuş kimselerdi. (Metin Ünver, Midilli Adası’nın İdari ve Sosyo-ekonomik Yapısı (1876–1914), 2012, s. 236)
Padişah II. Abdülhamid tahta çıktıktan (1876) kısa bir süre sonra, Midilli Sancağı’nın önde gelenleri hakkında bilgi toplanması için bir emir gönderdi.
1880’de hazırlanıp merkeze sunulan raporda, Kulaksızoğlu ailesinin üç evladına da özel yer ayrılmıştı:
Raporda Halil Râzî Bey için şu ifadeler vardı: “İsmail Paşa’nın en büyük evladıdır. Rütbe-i sâlise’ye (kabaca binbaşı derecesinde bir rütbe) sahiptir.”
“Kaptanı Derya ve Sadrazamlardan Cezayirli Gazi Hasan Paşa’nın (1713-1790) Midilli’deki vakfının mütevelli heyetinin (yönetim kurulunun) başkanıdır. Adada oldukça nüfuz ve itibarı vardır.”
Bu sözler, onun ada halkı üzerindeki etkisini açıkça ortaya koyuyordu.
Kulaksızoğlu İsmail Paşa’nın ikinci oğlu Mustafa Bey için verilen bilgiler, Osmanlı taşrasında ve merkezinde kazandığı deneyimi gözler önüne seriyordu:
“Sadrazam ve Hariciye Nazırı olan Keçecizâde Fuad Paşa’nın Suriye memuriyeti sırasında Akka ve Trablusşam Kaymakamlıklarında bulunmuş, ardından İstanbul’da Galata Kaymakamı olarak görev yapmıştı.”
Rapor, onu da “dirayet ve saygınlık sahibi” bir devlet adamı olarak tanımlıyordu.
En küçükleri Halim Bey ise doğrudan Midilli’de yaşamını sürdürüyordu.
Belediye Reisi olarak da görev yapan Halim Bey için raporda şu değerlendirme yer aldı:
“Kasabada ikamet eder. Herkesin nazarında hatırı sayılır, zeki ve gayretli bir zattır.” (Metin Ünver, Midilli Adası’nın İdari ve Sosyo-ekonomik Yapısı (1876–1914), 2012, s. 235)
Halim Bey’in adı yalnızca idari görevlerle değil, ada ekonomisinin modernleşme çabalarıyla da anıldı.
8 Mart 1891 tarihli Padişah izniyle Midilli’de anonim bir banka (Midilli Bankası) kuran girişimciler arasında Halim Bey de vardı; banka Selanik’te bile şube açacak kadar büyüdü, sonra günün istikrarsız koşullarında kapandı.

(Midilli’de Osmanlı Bankasının açılışı)
Böylece Halim Bey, Midilli’de dönemin ekonomik hayatında etkin bir aktör haline geldi.
Halim Bey’in torunu Müzdan Hanım’ın verdiği bilgiye göre Midilli İdadisinin (Lisesi) yapımında emeği vardı. (Sefa Taşkın. https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/nerede-benim-guzel-midillim-1973903)
Osmanlı Devleti Maarif Nazırı Münif Paşa’nın ısrarıyla, Sultan II. Abdülhamit’in emriyle temeli Midilli Mutasarrıfı (Devlet tarafından atanan yönetici memur) Fahri Bey tarafından atılan İdadi/Lisenin görkemli binası 11 yılda tamamlanmış, resmen 1900 yılında Türk ve Rum öğrencilerin eğitimine açılmıştı.
Adada eğitimli insanların yetişmesi için yaptırılan İdadi/Lise, yapısı ve görünüşüyle göz alıcıydı.

(Midilli kentinde, Osmanlı Devleti tarafından yaptırılan Midilli İdadisi/Lisesi. Günümüzde Adliye binası olarak kullanılıyor.)
Atatürk’ün yakın çevresinden olan, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarında İzmir Belediye Başkanlığı ve 11 yıl İç İşleri Bakanlığı yapmış olan, İstanköy/Kos Adası doğumlu Şükrü Kaya (1883-1959) bu okuldan mezun olmuş, Paris’te Hukuk okumuştu. Türkiye’nin ilk önemli hukukçularından ve devlet adamlarındandır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin 8. Başbakanı ve Türk Tarih Kurumu Kurucu üyesi olan Şemseddin Günaltay (1883-1961) da 1910 yılında Midilli İdadisinde Müdürlük yapmıştı.
Bu dönemde Kulaksızoğlu Halim Bey, eşraftan seçilen Belediye Reisi idi.
Bugün Midilli’de “Halim Bey Konağı” adıyla bilinen yapı onunla ilişkilendirilir; bir zamanların girişimci ruhunu ve yerel modernleşme çabalarının izlerini taşır.
Bir adalı olarak Midilli’deki yalısında çalınan gramofonlarla yapılan danslarla Avrupai tarzda burjuva hayatının öncülerinden sayılırdı. (Sefa Taşkın. https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/nerede-benim-guzel-midillim-1973903)

(Midilli kentinde Halim Bey Konağı. Günümüzde restore edilmiş hali. Kültürel etkinlikler için kullanılıyor.)
***
Kulaksızoğlu Mustafa Ağa’nın torunları arasında en iddialı ve hırslı olan, babası İsmail Paşa’nın koltuğunu doldurmaya çalışan kişi, büyük oğlu Halil Râzî idi.
Onun adı, Midilli’de çeşitli görevlerle birlikte anılmış; fakat kimi zaman da babası gibi pek masum olmayan işlere bulaştığı iddia edilmişti.
Ada, 1878–1884 yılları arasında II. Abdülhamit tarafından Midilli’ye sürgüne gönderilen Namık Kemal’in gözlemlerine de sahne oldu.
Bu süreçte Kulaksızoğlu Halil Bey’in kuşkulu davranışları Namık Kemal’in de dikkatini çekti.
Namık Kemal, bir mektubunda onunla ilgili olarak Cezayirli Gazi Hasan Paşa’nın (1713–1790) vakfındaki olumsuzluklara değiniyordu.
Bu vakıf Midilli şehrinin çeşme ve su yollarının tamiri ile korunması için kurulmuştu.
Adanın farklı yerlerinde — Sarlıca (Thermi), Kelimye (Keramia), Yera (Yere), Kidere (Khidera) ve daha birçok noktada — vakfa ait mülkler bulunuyordu.
Namık Kemal, Midilli’den sonra Rodos’a tayininin ardından Cezayir-i Bahr-i Sefid (Ege Adaları) Valisi İsmail Hakkı Paşa’ya 1884 senesi sonlarında gönderdiği mektupta Valiyi Halil Bey hakkında uyardı:
“Halil Bey, bir kamu görevlisinin nüfuzunu kötüye kullanarak muhatap olduğu kişilerden çıkar sağlaması ya da vaatte bulunması anlamına gelen “irtikâp” suçunu işliyordu.”
İnşaat komisyonunu, Halil Bey’in verdiği rahatsızlıktan kurtarmak gerekliydi.” (Fevziye Abdullah Tansel, Namık Kemal’in Mektupları, IV, Rodos ve Sakız Mektupları, VII–VIII, s. 84)
“Turuk ve Meâbir” (yol, geçit, köprü yapımı) Komisyonu başkanı olduğu gibi bu vakfın mütevelli heyeti başkanı da Kulaksızoğlu Halil Râzî Bey idi.
Namık Kemal’in mektubuna göre Halil Bey’in idaresi şüphelerle doluydu.
“Bu kadar çok geliri olmasına rağmen vakfın yüklü miktarda borcu vardır” diyerek bu durumdan doğrudan Halil Bey’i sorumlu tuttu.
Denetim yapılmasını talep ediyor ve şöyle diyordu:
“Bu hesaplar incelenirse yolsuzluk gün yüzüne çıkacak, Halil Bey mecburen kaymakamlıktan ayrılacak, belki hırsızlıkla bile suçlanacak, vakıf da onun baskısından kurtulacak.”
Yenilir yutulur iddialar değildi bunlar!
Bu şikâyetler karşısında İstanbul sessiz kalmadı.
Osmanlı Devleti’nin Evkaf Nezareti, adı geçen vakfın muhasebesinin yeniden gözden geçirilmesi için sert bir emir gönderdi. (Fevziye Abdullah Tansel, Namık Kemal’in Mektupları, IV, Rodos ve Sakız Mektupları, VII–VIII, s. 84)
Ancak bu süreçte muhakkak Halil Râzî Bey’in de eli boş durmadı.
Ona muarız olanın Namık Kemal olduğunu öğrenmişti.
Daha Midilli’ye sürgün edilmeden önce, 1873’de yazdığı “Vatan yahut Silistre” eseriyle tanınan ve “Vatan Şairi” denilen Namık Kemal adada yaptığı çalışmalarla birçok hizmet bırakmıştı.

(Midilli sürgünü Namık Kemal)
Midilli’deki görevi sırasında kaçakçılığı önlemiş, hazine gelirini arttırmış, 20 Türk ilkokulu açmış, Türklerin yaşama koşulllarını iyileştirmişti.
***
Büyük şairliği ve yazarlığının yanı sıra Ada yaşamına bir düzen ve canlılık getirmeye çalıştığı anlaşılan Namık Kemal’in davranışlarından çıkarları bozulanlar ona saldırmaya başladı.
Namık Kemal’le uğraşanlar arasında, muhakkak yaptığı uygunsuz işler Valiliğe bildirilen Kulaksızoğlu Halil Bey de vardı.
Hakkında yapılan birçok şikâyet sonucunda Namık Kemal adadan memuriyet derecesi yükseltilerek (!) tayin edildi. Yani uzaklaştırıldı. 1884’te Rodos Mutasarrıfı oldu.
Öte yandan Halil Bey’e dair kuşkular yalnızca Namık Kemal’in raporuyla, komisyon ve vakıf yönetimiyle sınırlı değildi.
Devletin verdiği yetkiler ve sağladığı imkânlar, hatta bu yolla elde ettiği gayrimeşru olduğu iddia edilen gelirler bile ona yetmemişti.
Yanlışlıklar çorap söküğü gibi geliyordu.
Bir de adanın en tanınmış ailelerinden birine mensup olacaktı!
Görünüşe bakılırsa, dedesi Kulaksızoğlu Mustafa Ağa’dan kalan muazzam servet üzerinde babası İsmail paşa ile birlikte karanlık işler çeviriyordu.
Peki, bu büyük mirasa ne olmuştu?
***
Sayısız mülkten oluşan mirasın miktarını belirlemek için, Mustafa Ağa’nın tüm mal varlığının ayrıntılı bir listesinin çıkarılması gerekliydi. Buna “tereke” deniyordu.
Oğlu İsmail Paşa’nın ifadelerine göre 1836/1837 yıllarına kadar hem babası Mustafa Ağa’nın hem de erken yaşta ölen kardeşi Niyazi Bey’in “terekelerinin” hazırlanması gündeme gelmişti.
Ancak çeşitli sebeplerle bu girişim sonuçsuz kalmıştı. (Faruk Doğan, History Studies, 3/2, 2011, s. 165)
Diğer oğul Niyazi Bey’in ölümü ise ailenin yazgısını daha da karmaşık hale getirdi.
1833’te babaları Mustafa Ağa ölmüştü.
Dört yıl sonra, 1837’de ise Niyazi Bey şaibeli bir şekilde, kendi oğlu Emin’in elinde can vermişti.
Amcası İsmail Paşa’nın ifadesine göre bu bir “kaza” idi.
Fakat olayın ardından İsmail’in yeğeni Emin’i yakalatıp idam ettirmesi ailedeki miras meselesini daha da keskinleştirdi.
Emin’in ortadan kalkmasıyla, Niyazi Bey’e düşen pay, dul eşi Pembe Hanım’a ve kızı Ümmü Gülsüm Behiye’ye intikal etti.
Böylece miras; Mustafa Ağa’nın karısı Aliye Hanım, büyük oğlu İsmail Paşa, Niyazi’nin dul eşi Pembe ve kızı Ümmü Gülsüm arasında bölüşülmek durumunda kaldı.
Ancak kısa süre sonra Pembe Hanım da vefat edince, mirasın yükü ve hakkı Aliye Hanım, İsmail Paşa ve Ümmü Gülsüm’ün ellerinde toplandı.
Onlar aralarında paylaşacaktı.
Bu noktada aile içi ilişkiler daha da karmaşıklaştı.

(Midilli, Yera Körfezi kıyısında Perama ve zeytinyağı işlikleri).
***
Kulaksızoğlu Mustafa Ağa’nın oğlu Niyazi Bey ve Pembe Hanım’ın kızı Ümmü Gülsüm, daha önce amcası İsmail Paşa’nın oğlu Halil Râzî Bey’le evlendirilmişti.
Yani Mustafa Ağa’nın iki torunu nikahlanmıştı.
Bu aile içi evlilikle herhalde büyük mirasın bölünmemesi istenmişti.
Ama bu evlilik umulduğu gibi gitmedi.
İsmail Paşa oğlu Halil Bey’in giderek artan gücü, söylentilerle beslenen uygunsuz işleri ve belki de miras yüzünden çıkan geçimsizlik, bu evliliği yıkıma sürükledi.
Ümmü Gülsüm, Halil’den boşandı.
Bu sırada Halil Bey, dedesi Mustafa Ağa’nın terekesinin/mal varlığının akıbetini öğrenmeye niyetlendi.
1842’de, Halil’in de karıştığı bazı olayların soruşturulması için İstanbul’dan Midilli’ye gönderilen bir devlet memurundan, ailenin miras işlerine dair mal listesini hazırlanmasını rica etti. (Faruk Doğan, History Studies, 3/2, 2011, s. 165)
Ancak bu girişimin sonucu belirsiz kaldı.
Terekenin ne zaman ve nasıl kayda geçirildiğine dair kesin bilgi bulunmuyor.
Belki kayda alındı ama daha sonra kaybedildi, belki de kasıtlı olarak üzeri örtüldü.
Sanki bu mal mülk gelecekte onlara yar olacakmış gibi!
Yine de 1860 tarihli bir belge bu mirastan, en azından devletin hissesinin tahsil edildiğini ortaya koyuyor.

(Atatürk ve Şükrü Kaya)
Bu gelişmeleri Ümmü Gülsüm Hanım’ın izlediği, bu durumdan rahatsız olduğu, hakkının yendiğini düşündüğü anlaşılıyor.
Sadarete/İstanbul’a bir dilekçe yazarak olayı bildiriyor.
Bu dilekçeden Kulaksızoğlu Mustafa Ağa’nın terekesinin hazineye düşen kısmının 11.000 kese akçe olduğu ve bu meblağın devlete ödenmiş bulunduğu görülüyor. (Faruk Doğan, BOA, İ.MVL, No: 434/19149, lef 6, 12 L 1276 / 3 Mayıs 1860)
Bu miktar, o dönemin hesabıyla yaklaşık 55.000 Osmanlı lirasına, yani 363,8 kilo altına denk düşer. Bugünün ölçülerine vurulduğunda ise muazzam bir servettir.
Devlete bırakılan pay bu ise, aslı kim bilir ne kadardı!
Anlaşılan Mustafa Ağa’nın mirasından devlet payı belirlenmiş ve ödenmiştir.
Bu durumda diğer mirasçıların, yani Mustafa Ağa’nın torunu Ümmü Gülsüm’ün de hissesinin hesaplanmış, ödenmiş olması gerekir.
Üstelik boşandığı için, Osmanlı yasalarına göre eski kocası Halil Bey’den “mihr”ini alma hakkı da doğmuştur.
İslam hukukunda “mihr”, Müslüman bir erkeğin nikâh esnasında eşine, ailesine değil, vermeyi kabul ettiği mal veya paradır; bir tür başlık.
Fakat Ümmü Gülsüm’ün hakkı ödenmez.
Miras payına amcası ve kayınpederi Kulaksızoğlu İsmail Paşa el koyar.
Mihr ve diğer eşyalarına ise eski kocası Halil Râzî Bey sahip çıkar.
Nasıl olsa bir kadındır o!
Paşa amcası ve boşandığı bey kocasına, Midilli’nin ağalarına nasıl karşı çıkacaktır! Üstelik yerel devlet de neredeyse onların elindedir.
Ancak Ümmü Gülsüm Hanım onların beklediği davranışı göstermez!
Durumu kabullenmez!
Anlaşılan oldukça dik başlıdır!
Hakkını aramak için mahkemeye başvurur.
Hem amcasından hem de eski kocasından kendisine ait malların iadesini talep eder. (Faruk Doğan, History Studies, 3/2, 2011, s. 166)

(Midilli İdadisinin ilk müdürlerinden, ünlü Devlet adamı Şemseddin Günaltay.)
***
Bu durum, o zamanın dünyasında ender rastlanan bir olguydu.
Bir Osmanlı kadını, Osmanlının taşrasında, Midilli adasında büyük siyasi ve yönetsel güce sahip, son derece varlıklı akrabalarını, hakkını vermedikleri için mahkemeye veriyordu.
Hem de onlar çok yakınlarıydı!
Bu, o dönemin koşullarında kolay göze alınacak bir iş değildi; cesaret, sabır ve kararlılık gerektiriyordu.
Demek ki Ümmü Gülsüm böylesine sert bir taştı.
Erkek egemenliğinin gölgesinde işleyen devlet düzeninde, bütün baskılara ve olumsuzluklara rağmen adalet arayışına çıkmıştı.
Dava, usul gereği önce Midilli Davalar (Deavî) Meclisi’nde görülmeye başlandı.
Tanzimat’tan sonra kurulan bu meclisler, halk arasındaki anlaşmazlıkların ilk çözüm yeri olarak işlev görüyordu.
Yargısal bir organ niteliğinde olan bu kurul, genellikle mülkî amirin (vali, mutasarrıf ya da kaymakam) başkanlığında; kadı, kimi yerde müftü, mal müdürü ve eşraftan seçilmiş üyelerden oluşuyordu.
Ümmü Gülsüm Hanım’ın baş vurusu üzerine Meclis, davayı Kulaksızoğlu İsmail Paşa’ya tebliğ etti ve kendisinden açıklama istedi.
Demek ki dedikodular öyle ayyuka çıkmıştı ki adanın nüfuslu kişilerinden oluşan Devletin Davalar Meclisi, “Paşa” unvanlı bir kişiyi soruşturmak zorunda kalmıştı.
Yol böyleydi ve uygulanıyordu.
Bunun üzerine, konu hakkında bilgisi olanların dinlenmesi için Davalar Meclisi/Mahkeme toplandı.
Kulaksızoğlu İsmail Paşa, mahkemede verdiği ifadede, kardeşi Niyazi Bey’in ölümü sonrası mirasına devletin el koyduğunu, borçları nedeniyle de 1150 kese akçenin hazineye mahsup edildiğini ileri sürdü.
Ayrıca (Ümmü Gülsüm’ün kardeşi) yeğeni (ölen) Emin Bey’den kalan mirasın da ilgili taraflara ödendiğini ekledi.
Ümmü Gülsüm Hanım’ın şiddetli itirazlarına rağmen, onun hakkının verilmediği iddiasını reddediyordu:
Paşa’ya göre “sorun yoktu.”
Karşılıklı ifadelerin alınmasının ardından Midilli Davalar Meclisi, Kulaksızoğlu Mustafa Ağanın terekesinin (toplam mal varlığının) tam olarak ortaya çıkarılmasının mümkün olmadığı sonucuna vardı.
Muhtemelen, Ümmü Gülsüm hanımın amcası ve eski kayınpederinin, çok nüfuslu İsmail Paşa’nın kara gölgesi dolaşıyordu ortalıkta!
Yargıcıları etkiliyordu!
Zorba düzenlerde yargı güçlünün sopasıdır!
Böylece mahkeme, tarafların rızasıyla bir yazılı sözleşme yapılmasına karar verdi.
Meclisin/Mahkemenin hükmüne göre, miras payı olarak Ümmü Gülsüm Hanım’a oturduğu konak bırakılacak, ayrıca 5500 kese akçe verilecekti.
Bu meblağın 1500 kesesi nakit, geri kalan 4000 kesesi ise emlak ve akar (gelir getiren taşınmazlar) olarak İsmail Paşa tarafından ödenecekti.
Nakit kısmı ise taksitlere bağlanmıştı. (Faruk Doğan, History Studies, 3/2, 2011, s. 166; BOA, İ.MVL, No: 456/20477, lef 4)

(19. yüzyıl sonlarında bir Osmanlı kadınının fotoğrafı.)
***
Ne yapacaktı şimdi Ümmü Gülsüm?
Bu kararı kabul edecek miydi?
Baş vuracağı bir yol var mıydı?
Osmanlının eril toplumunda kadın başına neler yapabilirdi ki?
Oysa bu ada yüzyıllar önce kendi sanatında, şiirde erkekleri alt eden, Sappho gibi muhteşem bir kadın ozan yetiştirmişti!
Sesi günümüze kadar gelen yeni bir çetin kadın davranışı başlıyordu şimdi!
Midilli denizinin dalgaları mor renginde akıyordu!
Devamı bir dahaki yazıda!
Sefa Taşkın
06.12.2025
Bergama/İzmir