Pierre Choderlos de Laclos’un, Les Liaisons Dangereuses isimli ünlü eseri, yepyeni bir bakış açısıyla yeniden ekranda… HBO’nun yeni dizisi Merteuil (The Seduction), Madame de Merteuil’ün köken hikayesine giderek, karakterin bildiğimiz haline nasıl dönüştüğünü etkileyici bir bakışla anlatıyor. Dizinin yönetmeni Jessica Palud’la, 18. yüzyılın Merteuil’ünü ve bugünün kadınlarına yansımalarını konuştuk…

- Sizi, öncelikle Pierre Choderlos de Laclos’un hikâyesini bu şekilde, feminist bir bakış açısından yeniden yorumlamaya iten şeylerden bahsedelim…
Bu aslında üç yapımcının ve HBO’nun fikriydi. Benimle iletişime geçtiklerinde, oyuncu Maria Schneider üzerine çektiğim önceki filmimin kurgusunu yapıyordum. “Les Liaisons Dangereuses”ün bir uyarlamasını yapmak istediklerini söylediler ve ben hem kitaba hem de Stephen Frears’ın uyarlamasına, özellikle oyuncuları Glenn Close ve John Malkovich nedeniyle, zaten hayrandım. İlk başta yeni bir uyarlamanın imkânsız olduğunu düşündüm. Fakat sonra bana Madame de Merteuil’ün bakış açısına odaklanmak istediklerini ve tüm hikâyeyi, Madame de Merteuil’ün nasıl, o hepimizin bildiği Madame de Merteuil haline geldiğine dair bir tür ön-anlatı/başlangıç öyküsü üzerine kurmak istediklerini anlattılar. Bu, erkekler tarafından aşağılanmış bir kadının hikâyesiydi ve altı bölüm boyunca izleyeceğimiz ana hat da bu olacaktı. Ayrıca, farklı yaşlardan üç kadınla bir hikâye kurmanın çok ilginç olacağını düşündüm: bunlardan biri, kitapta oldukça küçük bir karakter olan Madame de Rosemont’tu. Ama Diane Kruger ekibe katılınca, onu Madame de Merteuil’ün mentoru olarak hayal etmek ve onunla çalışmak çok kolay oldu. Gerçekten özgür olmak istemiş, hayatını buna odaklamış ama yine de patriyarkanın bir mahkûmu olarak kalmış bir kadın… Bunun dışında Isabelle de Merteuil’ü, kodları yıkmak ve işleri farklı yapmak isteyen, 18. yüzyılın bir tür “Me Too” kadını olarak da düşünebiliriz.
- Dizinin tarihi arka planı ve yeniden inşası muhteşem görünüyor. Bir dönem dramı çekmek nasıldı ve bu süreçte hangi zorluklarla karşılaştınız?
Aslında pek çok zorluk vardı. Filmden ya da bir diziden referanslar alabileceğim çok net bir örneğim yoktu ve benim için her şey karakterlere bağlıdır. Bu yüzden karakterler için Moonboard’lar hazırladım. Bu Moonboard’larda renkler, resimler, moda, fotoğraflar, dokular vb. vardı. “Pop” bir şey istiyordum başlangıçta ama büyük “pop” dönem filmini Sofia Coppola zaten yapmıştı. Özellikle bir auteur filmi yapmak istemiyordum; ama modernlikle bayağılığa kaçmayan, iyi dengelenmiş bir şey istedim. Bu benim ilk dizim ve ben sinema kökenliyim. Dolayısıyla en önce, sinematik bir şey olmasını istedim. Dizinin zarif ve güzel olmasını arzuladım. Bu yüzden cinsel içerikli sahnelerin bile, tıpkı karakterlerin yaptığı her şey gibi, anlamlı olmasını istedim. Bir başka zorluk da elbette oyuncular için metinle ilgiliydi. Hatta ana dili Fransızca olmayan Diane Kruger için bu zorluk biraz daha fazlaydı. Dillerinin seviyesinin iyi olmasını istedim ama aşırı sofistike olmasını da istemedim. Oyuncularımın dizide normal bir sohbet edebilmesini ya da en azından bunun öyle görünmesini istedim. Bu yüzden çok prova yaptık, üç hafta kadar. Gerektiğinde senaryoyu değiştirdik. Böylece oyuncularım karakterlerini gerçekten içselleştirebildi. Bunun dışında, bir dönem filmi ya da dizisi her zaman daha zordur; her şey sürekli daha çok zaman alır. Üstelik dizilerde zaman yoktur, bu yüzden büyük bir meydan okumadır. Benim çözümüm her şeyi çok dikkatli hazırlamaktı. Görüntü yönetimi, kostüm ve prodüksiyon tasarımı alanlarındaki üç departman şefimle çok yakın çalıştım. Her biri hangi yöne gitmesi gerektiğini tam olarak biliyordu. Teknik ekip ile oyuncular birbirimizi çok iyi anladık. Çifte bir meydan okumaydı diyebilirim: İlk televizyon dizim ve bir dönem hikayesiydi. Çok özgül/özeldi ama gerçekten öğretici ve zenginleştirici oldu.

- Hikâye aynı zamanda devrim öncesi aristokrasinin çürümesinin bir ifadesi; ancak Merteuil’in nasıl o kişiye dönüştüğünü anlatmak, bazı anlarda ahlaki dengeyi de değiştiriyor. Bildiğimiz, yalnızca hırs ve öfke tarafından güdülen Merteuil’in ötesinde geçiyorsunuz burada, çok daha karmaşık birini –hatta bazen modernliğe ve günümüz kadınlarına yakın birini– gösteriyorsunuz. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Bunu fark etmiş olmanıza gerçekten sevindim; çünkü asıl mesele buydu. Dizinin 18. yüzyılda geçmesini istedim; dolayısıyla kostümle ve belirli bir dil türüyle çalışmak oldukça zordu. Ama ben tüm bunları özellikle istedim. Karakterler arasındaki ilişkilerin bugünde gerçekten yankılanmasını arzuladım, benim için dizide neredeyse en önemli unsur buydu. Oyuncuların yorumunda bir miktar modernlik aradım; oyuncu seçimlerimde de öyle. Örneğin Valmont için Vincent Lacoste’u seçmek… Hepsi, esasen bugün bir okul avlusunda ya da TikTok/Instagram’da olabileceklerin gerçek bir yansıması olan bir mikro-toplum oluşturuyordu. Bu, erkekler tarafından aşağılanmış bir kadının hikâyesi. Ve bu dizide üç katman kadın vardı: İlki, özgür olmak istemesine rağmen hâlâ patriyarkanın içine kapalı olan; sonraki bir bakıma konuşmak isteyen, kodları kırmak isteyen, bir sesi olsun isteyen 18. yüzyılın Me Too kızı olarak tanımlanabilecek Madame de Merteuil. Ve bugün film endüstrisinde bunun aynısını görüyoruz; konuşmak, bir şeyleri değiştirmek isteyen genç oyuncularla, “Evet, o zamanlar farklıydı; işler öyle yürüyordu ve olumlu yanları da vardı” diyen daha büyükler arasında benzer şeyler yaşanıyor. Benim kızım 13 yaşında ve onun gerçek bir feminist olduğunu görüyorum; bazen uygun bulmadığı bir şeyi söylediğinizde azar işitiyorsunuz. Bir bakıma, bu patriyarka dünyası hikayede var ve Madame de Merteuil buna gerçekten karşı çıkmak istiyor. Bugün bile, hiç kabul edilmeyeceğinden korktuğu için konuşmaya cesaret edemeyen kadınların olduğunu görebiliyoruz. Madame de Merteuil sınırı aşıyor çünkü bir bakıma başka seçeneği yok. Bana göre Madame de Merteuil aynı zamanda çok zeki, çok güçlü bir kadın ve bu dönüşümü göstermek de önemliydi.
- Bu projede Annamaria Vartolomei ile ikinci kez çalışıyorsunuz. Onda sizi etkileyen şey neydi? Birlikte çalışma deneyiminizden biraz bahseder misiniz?
Onunla ilk çalışmam çok karmaşıktı. Ve iki biri film, biri dizi olduğu için de tamamen farklı çalışmalardı. “Maria” için onu seçtiğimde kendisini hiç tanımıyordum. Çok uzun bir casting sürecim oldu çünkü hem 16 yaşındayken hem de 30 yaşındayken inandırıcı olabilecek birini bulmam gerekiyordu. Başta onu seçmedim; çünkü kişiliği Maria Schneider’ın kişiliğinden oldukça uzaktı. Ama casting için çektiğim tüm görüntülere yeniden baktım ve sonunda onu seçtim. “Bak, senin kişiliğin çok farklı; ama birlikte çalışarak ekranda olacağın Maria Schneider’ı inşa edeceğiz.” dedim. Ve sonunda onunla çalışmayı gerçekten sevdim. HBO ve yapımcılar bana geldiklerinde birkaç oyuncunun adını söylediler; ben de “Benim görebildiğim tek bir oyuncu var: Annamaria Vartolomei.” dedim. O, olağanüstü bir oyuncu. Yorumunda çok geniş bir yelpazeye sahip. Çok parlak biri ve kamera karşısında bazen gözlerinde inanılmaz bir kıvılcım olabiliyor. Karaktere gerçek bir zekâyla yaklaşıyor. Çok esprili; epey ironik de olabiliyor. Aynı oyuncuyla ikinci kez çalıştığım ilk sefer bu. Arkadaş olduk, artık birbirimizi çok iyi tanıyoruz ve bu dizide gerçekten el ele yürüdük. Setten insanlar, onu çekerken asla “kestik” dediğimin görülmediğini söylediler. Uzun metraj filmimde Anna Maria ile çalışmayı gerçekten sevdim; dizide daha da çok.

50’LERİN TÜRKİYESİ’NE “LEFTER GÖZÜYLE” BİR BAKIŞ
50’lerin ilk yarısında, yurtdışında kazandığı başarıların ardından ülkeye dönüşüyle açılan Lefter: Bir Ordinaryüs Hikayesi, “Ordinaryüs” lakaplı futbol oyuncusu Lefter Küçükandonyadis’in hayatını, verdiği bir röportaj aracılığıyla mercek altına alıyor. Çocukluğunu, ailesini, babasıyla ilişkisini, eşiyle yaşadıklarını ve en önemlisi futbola başlama serüvenini anlattığı röportajda soruları yanıtlarken, geri dönüşlerle yalnızca ünlü futbolcunun hayatında neler olup bittiğini öğrenmiyoruz; yine onun gözünden, ülkede yaşanan -Faik Ökte’nin deyimiyle- Varlık Vergisi “Faciasına”, 6-7 Eylül Olayları’na ve savaş yıllarına tanıklık ediyoruz. Başarılarının yanında, vatanında “Yunan tohumu”, ırkına mensup olduğu topraklarda “Türk tohumu” olarak “kabul gören” bir gencin ıstırabına da şahitlik ediyoruz. Film, bir noktadan sonra Lefter’in aşk hayatı üzerinde bir parça daha fazla dursa da en azından mühim bir şahsiyetin gözünden yaşanan tarihi olayları anlatma fırsatını ihmal etmiyor ve 40’lar ile 50’lerin bir panoramasını çiziyor. Bu hafta Netflix’te gösterime giren film, dönem hikayesi tutkunları için biçilmiş kaftan.