Sokaklarında yürürken kafanızı kaldırdığınızda karşı tepede önce sadece birkaçı ayakta duran sütunlar gözünüze çarpıyor, sonra ne kadar dik olduğuna şaşırdığınız bir antik tiyatro. Yürüyüşünüzde ilerlerken, kırmızı tuğlalarıyla dikkat çeken devasa bir tapınakla, yani Kızıl Avlu ile karşılaşıyorsunuz, büyüklüğüne şaşırıyorsunuz. Antik dönemin en görkemli yapılarından biri olduğu kesin, bir de beyaz mermerli yapıların hakim olduğu o dönemde kıpkırmızı bir pagan tapınağının nasıl gözüküyor olabileceğini hayal edin...
Yürüyüşümüz hâlâ ilçenin şu anki merkezinde sürüyor. Bergama’nın havası sıcak, bir çınarın altında soluklanmaya çalışan insanların arasındaki yerinizi alıyorsunuz. Burası Çınarlı Kahve, bugünkü Bergama’nın bir nevi nabzının attığı yer, genciyle yaşlısıyla ve turistiyle burada dinleniyorsunuz. Yeterince soluklandıysanız dar ara sokaklar sizi kendine çekiyor, Bergama’daki tarihi dokunun daha yeni ve önemli bir parçası olan Arasta’ya yöneliyorsunuz. Bu tarihi Osmanlı çarşısı geçmişte pabuççular, semerciler, sepetçiler gibi farklı zanaat dallarından esnafın bulunduğu bir ticaret merkeziydi. Bugün hâlâ canlı bir çarşı Arasta. Geleneksel el sanatları ürünlerinin yanı sıra hediyelik eşya dükkanları ve kafeler bulunuyor. Yine bu çarşının da merkezini bir çınar ağacının gölgesi oluşturuyor.
ÖLÜMÜN GİREMEDİĞİ YER
Ara sokaklarda kaybolduğunuzda karşınıza tek başına duran bir minare çıkıyor. Bergama’nın tarihinden günümüze kalan tek Selçuklu eseri olan minare, diğer camilerin minareleri kadar yüksek değil ama mimari açıdan farkını hissettiriyor. Oralarda bir ara sokaktan biraz uzağa baktığınızda bu kez yine tarihte daha geriye gidiyorsunuz, yine sadece kalıntı halinde olsa da bir kapı... Bu kapı Bergama’nın en önemli tarihi yapılarından biri olan Asklepion’un girişini oluşturuyor. “Ölümün giremediği yer” diye anılan Asklepion, en başta bahsettiğimiz tepede yer alan Akropol’le birlikte Bergama’nın en önemli antik yapılarından biri. Dönemin en önemli sağlık ve şifa merkezi. Adını, tıp ve sağlık tanrısı Asklepios’tan alan bu yapıda hastalar su, çamur, şifalı otlar ve telkin gibi yöntemlerle tedavi edilirdi. Rüyaların yorumlanması ve hastaların psikolojik olarak iyileştirilmesi de tedavinin önemli bir parçasıydı. Kent merkezinden Asklepion’a, iyileşmek için buraya gelen hastaların kullandığı “Kutsal Yol” adı verilen bir yol vardı. Tıp dünyasının en önemli isimlerinden biri olan Galen (Galenos), burada eğitim almış ve hekimlik yapmıştı. İçinde tapınaklar, tedavi (uyuma) odaları, havuz, kütüphane ve bugün dahi oyunların sahnelendiği bir tiyatro bulunuyordu. Asklepion sadece bir hastane değil, aynı zamanda antik tıp biliminin ve felsefesinin geliştiği kutsal bir merkezdi. Eğer Bergama’daysanız Asklepion’la ilgili birçok şehir efsanesi duyacaksınız. Bugün hâlâ büyüleyici bir yer.
TARİHTE ÖNEMİ BÜYÜK
Asklepion’un bulunduğu tepeden artık yazının başında söz ettiğimiz o etkileyici antik kentin konumlandığı Kale tepesine sıçrayalım... Yüksek bir tepe, bugün ulaşımı yolla birlikte teleferikle sağlanıyor. Girişi biraz aşağıda kalıyor, hediyelik eşyacılar ve kafeyle vedalaştıktan sonra tahta döşemelere basarak sağlı sollu kalıntıların arasında “Şu an keşke zamanda yolculuk yapmış olsaydım” diye düşünmeden kendinizi alamıyorsunuz. En azından ben her antik kentte olduğu gibi o döneme ışınlanmak gibi hayallere dalıp gidiyorum.
Akropol, antik Pergamon kentinin en yüksek noktası ve yönetim merkezi olarak tarihin en önemli arkeolojik alanlarından biri. Dik bir tepe üzerine kurulmuş olması sayesinde, sadece muhteşem bir manzara sunmakla kalmıyor, aynı zamanda dönemin mühendislik ve mimari becerilerini de gözler önüne seriyor. Kalıntıların açıklamalarının yer aldığı yazılarda bu mühendislik ve mimari detaylardan da söz ediliyor.
Akropol, Hellenistik dönemde özellikle Attalos hanedanı zamanında büyük bir gelişim göstermiş ve daha sonra Roma döneminde de önemli yapılarla zenginleştirilmiş. Buradaki yapılar, şehrin hem siyasi gücünü hem de kültürel zenginliğini simgeliyor.
Burası da devasa bir kompleks, tahta yolları takip ederseniz Akropol’ün çevresinde tam bir tur atabiliyorsunuz, İskenderiye’deki kütüphaneden sonra dünyanın en büyük ikinci kütüphanesinden çok fazla bir şey kalmayan yıkılmış hali sizi hüzünlendiriyor. Çoğu yapı yabani otların arasında kalmış, Bergama Akropol’ü bana kalırsa büyük bir restorasyon çalışmasını sonuna kadar hak ediyor. Bugün üzerinde “Zaman yolculuğu” yazan ekranlar ve levhalar çalışmıyor, üzerlerine isimler çizilmiş, yürüdüğünüz yollardaki kimi tahtalar çürümüş, ayağınız boşa basıyor. Yine de bunlar gözünüzde canlandırmaya çalıştığınız antik kentin kalıntılarından etkilenmenize engel değil.
Bu tepede Bergama’yı 360 derece izleyebiliyorsunuz. Aşağıdan bakarken gördüğünüz sokakları bile ayırt edebilirsiniz. Bugünkü ilçe merkezine bakarken biraz daha ilerde daha minik tepeler gözünüze çarpıyor ve evet onlar da tarihi tümülüsler. Bergama’da bulunan dinsel ve sosyolojik birçok yönü olan tümülüsler, antik dönemin gömü geleneğinin Hellenistik dünyadaki nadir örneklerinden biri. Kentin anıtsal görünümünü pekiştiren en önemli öğelerden. Gerek Hellenistik gerekse Roma Dönemi Bergama’sında soylu ve zengin aileler Tümülüsler şeklinde görülen gömü geleneğini sürdürmüşler. Bu nedenle Bergama’nın çevresinde birçok Tümülüs bulunuyor.
Arkasında bugün baraj gölü bulunan Akropol’e çok uzaklardan basınçla su taşınıyordu. Bu taşıma için inşa edilmiş bir su kemeri bugün de hâlâ görülebiliyor.
Akropol’deki arasında dolaşabildiğiniz, dokunabildiğiniz tarihi yapıları arasında Athena tapınağı, Trajan tapınağı, Pergamon kütüphanesi, kraliyet sarayları ve agorayla birlikte bugün Almanya’da bulunan Zeus sunağının temeli yer alıyor.
Akropol, hem Hellenistik hem de Roma mimarisinin en güzel örneklerini bir arada barındırmasıyla, tarihe meraklı herkes için mutlaka görülmesi gereken bir yer. İzmir’in geçmişindeki en önemli kentlerden biri. Bugün daha fazla ilgi görmeyi ve bakım yapılmayı bekliyor. Gelecekte topraklarının tarihine daha fazla değer veren bir yönetimle çok daha fazla parlayacağı kesin.