“Gelecekte ölümsüzlük yarışı üç biçimde yaşanacak: Sibernetik donatılmış insanlar: Cyborg’lar. Yapay zekaya sahip varlıklar: Synth’ler. Ve insan bilinci yüklenmiş sentetik varlıklar: Hibritler. Hangisinin teknolojisi üstün gelirse evreni o şirket yönetecek.”
70’lerin korku bilim-kurgu sinemasında mihenk taşlarından biri haline gelen, tüm zamanların en korkunç ve en büyük serilerinden birine dönüşen Alien, 46 yıllık külliyatının yeni meyvesi ve ilk televizyon uyarlamasıyla geri döndü. Ridley Scott’ın, 1979’da çektiği ve bugün, devasa bir mitolojiyi peşinde getiren Alien filminin iki yıl öncesine konumlanan Alien: Earth, kendisini salt bir ön hikâye (prequel) olarak tasarlayarak geleneğe bağlamakla kalmayan; aynı zamanda Xenomorph’ların dünyaya ilk gelişini de araştırarak hikâyeyi genişletmeyi hedefleyen bir dizi…

Öyle ki girişinde açıkladığı cümlelerle, gelecekte dünyayı beş büyük şirketin yönettiği bir tasavvurda, anlatısının odağına insan olmayan, ancak insan bilinci aktarılmış sentetikleri yerleştireceğini açık eden dizi, tematik olarak çağdaş meselelerle bağını da kanıtlamış oluyor. Dev şirketlerin CEO’larının ülkeleri yönetmesi bugün nasıl “gerçeklik” haline geldiyse, gelecekte ulus-devletler gibi hareket edecek şirketlerin var olmasını da o kadar yakın gerçeklik olarak kurguluyor ve dahası, yapay zekanın yükselişi, ölümsüzlük, insan bilincinin aktarımı gibi modern soruların cevaplarını da vermeye niyetleniyor. Bu sebeple USCSS Maginot isimli, ilk Alien filminden beri aşina olduğumuz şirket Weyland-Yutani’ye ait bir uzay gemisinde açılan dizi, adından esinlendiği ünlü Majino Hattı’nın talihsizliğini hatırlatan bir düşüşle giriş yapıyor hikayesine. Daha sonra öğreneceğimiz bir nedenle dünyaya, beş şirketten en yenisi olan Prodigy’nin yönetimi altındaki bir yere düşen Maginot’nun enkazı tek başına iki büyük şirket arasında sorun olmakla kalmıyor; araştırma amaçlı taşıdığı uzaylı formların etrafa dağılmasıyla birlikte ana kâbus öğesini de seriveriyor önümüze.

Ancak bu düşüşün, korku unsurunu oluşturmanın yanında, anlatının bel kemiğini oluşturan başka bir nedeni daha var: Prodigy şirketinin, Peter Pan’den esinle Neverland adı verilen araştırma adasına yaptığımız bir yolculuk sırasında, şirketin “Peter Pan”i Genç Kavalier (Samuel Blenkin) ve onun yine “Kayıp Çocuklar”ıyla tanışıyoruz. Genç Kavalier, çıplak ayakları, mütemadiyen üzerinde taşıdığı pijamaları ve rahat tavırlarıyla, ölümsüzlüğü bulma yolunda çareler arıyor ve bu uğurda, kanserin son evresine gelmiş çocukları “kurtarmaya” çalışıyor. Her biri Peter Pan’in Kayıp Çocukları’nın ismini alacak bu çocuklardan ilki, Wendy (Sydney Chandler). İnsan bilinci aktarılmış yetişkin sentetik bir bedende uyandığında, bu projenin ilk melezi oluyor ve şaşkınlıkla bakan iri gözleriyle, sahip olduğu çocuk bilincinin saflığını yansıtıyor. Onunla birlikte yeni bir yaşam şansına sahip olan, bu çok yetenekli, yetişkin bedeninde ergen bir çocuğun davranışlarını sergileyen çocuklardan Nibs (Lily Newmark), Smee (Jonathan Ajayi), Slightly (Adarsh Gourav) ve Curly (Erana James) de bu ekibin bir parçası olarak Neverland’de yaşamlarını sürdürüyorlar. Maginot gemisi düştüğünde ise öykünün iki ana öğesi ilk karşılaşmasını yaşamış oluyor. Akıl hocaları ve eski tür bir sentetik olan Kirsch (Timothy Olyphant) ile enkaza, gemideki araştırma malzemelerini yani uzaylı formları toplamaya giden sentetik Kayıp Çocuklar, bu insan “düşmanı” canavarlar için bir av olmadıklarından, zamanla tuhaf, ortak bir kaderi de paylaşacaklarının sinyallerini veriyorlar. Başka bir deyişle, her iki türün de şirketlerin araştırmalarında aslında kobay olmaktan başka bir anlam taşımadıkları açığa çıkıyor ve “ortaklıkları” da Wendy aracılığıyla heyecan verici bir çıkar ilişkisine dönüşüyor.

Gerçekten de insan bilincinin yapay bir bedene aktarımıyla, hala insan olup olmadığımız fikrini kendisine tin yapan Alien: Earth, sentetik beden içindeki çocuklar ile uzaylı formların ilişkisiyle de bir bakıma bu soruya yanıt vermeye çalışıyor. Ancak benlik ve masumiyet arasında, çocuklarda var olduğunu kabul ettiğimiz bağ, korku sinemasının “kötü çocuklarının” akıbetine benzer bir durumu da çağrıştırıyor. Ve bilhassa, dizinin yeni uzaylı gözdesi Göz ve diğer formlarla birlikte bu yaklaşım tercihi, Xenomorph’u Alien evreninin biricik “ölüm yıldızı” ve dehşet faktörü olmaktan çıkarıyor. Böylelikle durağan anlatısını, özellikle başlangıcında yer verdiği karmaşık olay örgüsüyle buluşturan dizi, Alien serisinin baş tacı tek mekanların verdiği boğucu gerilim unsurlarının yanına yeni tehditler de eklemeyi başarıyor.
Neticede Alien: Earth, yaratıcısı Noah Hawley’nin tuvalinde aksiyonu, resmin ana maddesi haline getirmekten öteye geçerek, anlatının günümüz kaygılarıyla örtüşen dallarının filizlenmesine izin veren bir deneyim halini alıyor. Aşırı kapitalistleşmiş bir dünya tasarımında, uzaylı formlarla insan bilinci aktarılmış bedenlerin, bu alegorik yaratımın denekleri olmaktan başka bir anlam taşımadıkları düşüncesi bazı anlarda, uzayda bir canavarla sıkışıp kalmaktan çok daha ürkütücü hale gelebiliyor. Ve Alien: Earth, ölümsüzlüğün insan benliğinde yarattığı deformasyonla ortaya çıkabilecekleri sorgularken, Alien mitolojisini oluşturan tüm imgelerle uyumlu bir öykü ortaya koyarak, geleneği onurlandırmayı da ihmal etmiyor.
Alien: Earth’ü, Disney+’ta izleyebilirsiniz.
Puanım: 8/10