Düşünsenize, sabah uyanıp perdeleri açıyorsunuz. Kuş sesleri değil korna sesleri giriyor kulağınıza. Temiz dağ havası yerine egzoz kokusu dolduruyor ciğerlerinizi. Günün ilk dakikasında doğadan koptuğunuzu hissediyorsunuz. Belki de sorun burada başlıyor. Çünkü biz, insanlık olarak doğanın bir parçasıyız ama bunu unuttuk.
BETONUN GÖLGESİNDE SAĞLIK
İstanbul’u, Ankara’yı veya İzmir’i düşünün. Göz alabildiğine beton, gökdelenler, asfalt... Toprak neredeyse görünmez olmuş. Oysa insan, milyonlarca yıl boyunca toprakla, ağaçla, suyla iç içe yaşadı. Çıplak ayakla çime basmak yalnızca ruhu değil, bağışıklık sistemini de güçlendiriyor. Kentte ise ayakkabınızın altındaki asfalt sizi dünyadan koparıyor. Doğadan uzaklaştıkça bedenimiz, bağışıklığımız ve psikolojimiz çöküyor. Modernite ve teknoloji konfor sağladı ama aynı zamanda kaygı, uykusuzluk, alerji ve kronik hastalıkları da beraberinde getirdi.
KİRLİ HAVA YORGUN CİĞER
Hava kirliliği öyle, “biraz duman, hafif egzoz” sorunu değil. Dünya Sağlık Örgütü’ne göre her yıl milyonlarca insan bu yüzden erken ölüyor. Egzoz, fabrika dumanı, inşaat tozu derken ciğerlerimiz hiç temizlenemiyor. Eskiden köylerde insanlar 80 yaşında bile tarlada çalışabiliyordu. Bugün kentte yaşayan 40 yaşındaki biri merdiven çıkarken nefes nefese kalıyor. Çünkü sırf oksijen değil, karbonmonoksit de soluyoruz. Ve en kötüsü, bunu olağanlaştırıyoruz. Maskesiz dolaşmayı özgürlük sanıyoruz ama ciğerlerimiz görünmez maskelerle kaplı.
IŞIĞIN KÖLESİ RUTİNLERİN MAHKÛMU
Bir de biyolojik saat konusu var. İnsan, güneşle uyanıp güneşle uyumak üzere programlanmış. Ama biz geceyi gündüze çevirdik. Neon ışıklar, telefon ekranları, 24 saat açık marketler derken ritmimiz darmadağın oldu. Sabah uyanamıyor, gece uyuyamıyoruz. Uykusuzluk ise obeziteye, depresyona, kalp hastalıklarına davetiye çıkarıyor. Düşünsenize, yalnızca “ışığı yanlış kullanmak” bile bizi hasta etmeye yetiyor. Güneşin yerine ekran ışığını koyunca önce beynimiz sonra bedenimiz ve ruhumuz dengesini kaybediyor.
Kent sırf ciğerimizi değil ruhumuzu da hasta ediyor. Gürültü, kalabalık, trafik… Bunların hepsi kronik stres kaynağı. Stres ise çağımızın en büyük zehiri. Bağışıklığı zayıflatıyor, sindirimi bozuyor, hormonlarımızı altüst ediyor. Neden bu kadar yorgun, bitkin, agresif hissettiğimizi bazen anlamıyoruz. Belki de yanıt çok basit: Bedenimiz doğaya dönmek istiyor ama biz onu beton duvarların arasına hapsediyoruz.
ÇÖZÜM NEREDE?
Elbette hepimiz köye taşınamayız ama kentte de doğayı geri çağırmak mümkün. Çatı bahçeleri, topluluk bostanları, parklarda çıplak ayakla yürüyüş, balkonda birkaç saksı fesleğen, evimizi yeşillendirmek... Bunlar sırf estetik değil önleyici tıbbın da geleceği. Temiz havayı aramak, hafta sonları ormana gitmek, güneş doğarken 10 dakika dışarıda bulunmak bile hücrelerimizin dengesini geri getiriyor.
Belki de hastalıklarımızın kökeni genetik ya da mikroplar değil. Belki de asıl neden kendi elimizle yarattığımız kentler. Doğadan kopmanın bedelini kaygı, depresyon, astım, obezite ve tükenmişlikle ödüyoruz. O yüzden soruyu tersine çevirmek gerek: Aslında bizi hasta eden kent değil, doğasızlık. Ve iyileşme süreci yeniden toprağa basmakla başlıyor.