*Yazı, sürprizbozan içerir.
Son sezonuyla 60 milyon görüntülenmeyi geçerek yalnızca rakamlarla değil giderek karanlıklaşan anlatısıyla da Netflix tarihine adını “kan banyosuyla” yazdıran dizi “Squid Game”, sonunda Güney Kore versiyonuyla final yaptı. Güney Kore versiyonu diyorum çünkü hemen herkesin en azından sosyal medyada yer alan haberlerde denk geldiği üzere, David Fincher’ın bir Amerikan versiyonunun yapacağı söylentileri dolaşıyor. Olur mu ya da nasıl olur şimdiden bilmek zor ancak üç sezonluk bu öyküleme artık sırf sistem eleştirisi ve insan doğasında yer alan açgözlülük kisvesi altında değil altı pislikle dolu bir halının altındakileri de dışarıya iteliyor: Gerçekten, bir insan ne kadar kötüleşebilir?
Bu sorunun yanıtını vermekte “Squid Game”in istekli olduğunu söyleyemeyiz ancak sezon finali boyunca ortaya konan vahşeti, şiddeti ve dehşeti, oyuncularla ve tüm yapaylıklarıyla geri dönen VIP’lerle birlikte izlerken aldığımız “suçlu keyif” her birimizi suç ortağı yaptığında yanıtı kendimiz buluyoruz. Evet, “Squid Game” üçüncü sezonunda, lanetli çocuk oyunlarına bir çocuğu da eklemleyerek olabilecek en korkunç şeyi yapıyor ve dizinin katmanlarını oluşturan “leş kokulu” temalar birer birer açığa çıkıyor: Bu artık devasa kumbara doldukça yükselen hırsın, doyumsuzluğun, daha fazlayı elde etmenin meselesi değil. Hatta bu, insanın iyi mi ya da kötü mü olduğuna yönelik bir sorgulama da değil. Bu, insan yaradılışında yer aldığı varsayılan doğal nefret, vahşet ile içgüdüsel öldürme “yeteneğine” dönük bir tasavvur. Distopik evren yaratımlarında, insanın hayatta kalma güdüsüyle gelen öldürebilme gücüne vakıfız ancak çarklarına insanların sıkıştığı kötücül bir sistemde bir insanın canavarlaşabilme oranı ne kadardır? Veya şöyle soralım: Hiç umut yok mudur?
ACIMASIZ FİKİRLER
“Squid Game”, birleştirilse çok daha iyi olacağına hepimizin yürekten inandığı ikinci ve üçüncü sezonuyla, ortalığa kan ve şiddetle saçtığı bu sorularla baş başa bıraktı bizi. İkinci sezon, sisteme yönelik bir başkaldırı ve devrim isteğiydi. Servet eşitsizliğinin bir sonucu olarak borç içinde kıvranan insanların düştüğü duruma bir son vermek amacıyla girişilen kalkışma, tarihte de örneklerini gördüğümüz üzere, “devrimin kendi evlatlarını yemesiyle” sonuçlandı. Seong Gi-hoon’un (Lee Jung-jae) oyunlara geri dönüşü ve In-ho’nun (Lee Byung-hun) ikinci sezondaki konumu heyecanı yükseltmişti ancak bütününde ikinci sezonun bize sunduğu pek fazla bir şey olmadı. Selefinden kalan umutsuzlukla hikâyeye adım atan üçüncü sezon ise öncelikle Seong Gi-hoon’a kaybettiklerinin acısını başka bir şeyle kapatma, vicdan yarasını iyileştirme şansı tanıdı. Ancak yaratıcıların bu basmakalıp vicdan muhasebesinden çok daha acımasız fikirleri vardı ve özellikle oyuncuların ellerinde bıçaklarla bir tür saklambaç oynadıkları bölümde ebeveynler ve çocuklara yönelik yeni, dehşet verici düşüncelerini açıkladılar. Ve final, tümüyle bu içgüdüsel duygu üzerine kurularak anne olmak, baba olmak, çocuk olmak ya da bunların getirdiği sorumlulukların yükünü bıçak yaralarıyla kanattığı trajik bir öz kazandı. Belki ilk sezonun verdiği şok etkisini yaratmadı ancak kesinlikle ikinci sezondan çok daha iyi bir sezon hâline, özellikle final seçimiyle geldi. Sezon boyunca olay örgüsü, organ kaçakçılığından milyarderlerin ölüm arzusuyla para bastıkları bu korkunç sistemi çökertmekle gerilimi tırmandıran oyunların birbirine iç içe geçmesiyle şekillendi. Hatta üçüncü sezon, özellikle ip atlama oyunuyla kâbuslarımıza kâbus eklerken zekice kurgulanan bu dünyaya bizleri de eklemleyerek hicvini doğruladı. Artık Seong Gi-hoon’un bitirmediği cümleyi sormakta bir sakınca yok: Sürekli kötülediğimiz, eleştirdiğimiz o sistemleri biz inşa ettik. Bu durumda biz neyiz veya insan nedir? Puanım: 8/10