Ben artık çok koşturuyorum. Her şeye koşuyorum ve ancak bir ihtimal kuyruğundan yakalıyorum. Genellikle sadece tozu kalıyor avuçlarımın içinde, kovaladığım uçup gidiyor. Hep böyle miydi yoksa anne olduktan sonra mı zaman beyaz tavşan, ben de Alice oldum? Oğlum da inadına yavaş sanki. Öylesine yavaş ki...
Giyinmesi, uyuması, okula gitmesi... Her eylemimiz ağır çekimde oynatılıyormuş gibi. Belki de sadece bana öyle geliyordur. Hızın göreceliliği kanunu işte. Yolda bir an trenle yan yana gelirsiniz ve aynı hızda olduğunuz için sanki trenin penceresinden görünen yolcular size duruyormuş gibi gelir. Oysa hep beraber gidiş halindesinizdir. Sonra ritim bozulur ve tren hızlanır, içinde bulunduğunuz aracı geçer gider.
Belki ben de hızımı oğluma göre ayarlasaydım ve yavaşlayabilseydim hep yan yana giden pencerelerden birbirimize bakar gülümserdik. Zamanın durduğunu sanırdık ama o bizim dışımızda akar giderdi. O zaman oğlumun bu yavaşlığı da beni rahatsız etmezdi. Ama olmuyor işte. Okulun saati var, uykunun saati var, ilacın saati var, kursların saati var… Var da var.
Sanki onun aracı bozulmuş ben de çekiciymişim gibi sürüklüyorum Uzay’ı durmadan. Oysa onun aracı o kadar tıkırında gidiyor ki. Hiç aksamadan... Sadece yavaş, bana göre. Yıllar önce “Sanki yaşlandıkça zaman daha hızlı akıyor” demiştim ablama, o da “Sen bir de çocuğun olunca gör” demişti. Haklıymış.
Geçenlerde Uzay’la yine bilim müzesine gittik. Sanırım bu 15. gidişimiz olmalı. Yine de her seferinde yeni bir heyecanla gitmek istiyor. Hatta alternatif olarak sunduğumuz hiçbir şeyi önemsemeden hep bilim merkezini seçiyor. Orada en sevdiği şey ise bizim “kara delik” diye adlandırdığımız ortasında boşluk olan kocaman, siyah bir yuvarlak. Bilim müzesindeki diğer çoğu şey gibi bu da sanat ve bilimin kesişim kümesindeki o maviyle boyanmış alana ait.
BİLİM VE SANAT
Bilim müzesinde nereye dönseniz aynı his: “Bu bir sanat mı yoksa sadece basite indirgenmiş bilim mi? Nasıl bu kadar estetik görünebilir ve neden duygularımı tetikliyor?” Belki de bilim ve sanat, sadece balosuna göre maske değiştiren bir Külkedisi’dir. En azından benim için öyledir. Boşuna Arthur C. Clarke, Stanislaw Lem, İtalo Calvino, Phillip K. Dick, Douglas Adams hayranı değilimdir belki. Bach’ın uzay mekiğinde şans eseri duyduğu ezgileri dünyaya ileten bir astronot olması fikri bunaldığımda gökyüzüne bakıp huzur bulmamı sağlaması rastlantı olamaz.
“Kara delik” diye adlandırdığımız oyuncak ortasında küçük bir boşluk olan dev, siyah, hafif eğimli ve pürüzsüz bir yüzey. Bir bilye atıp onun o boşlukta yitip gitmesini izliyorsunuz. Bilyeyi yörüngeye paralel fırlatırsanız en dış çemberi tamamlaması uzun sürüyor ama merkeze yaklaştıkça yavaş yavaş hızlanıyor.
Ve bu eylemince bir ses çıkarıyor bilye. Hem endüstriyel hem de melodik. En dış yörüngede sessizce dönerken merkezdeki deliğe yaklaştıkça hem hızı hem de sesi yükseliyor. Müzedeki diğer oyuncaklara göre eylemin sonucunu görmek için uzun bir zaman gerekse de her seferinde hipnotize edercesine kendisine kilitliyor kara delik. Öyle ki bilye delikte yitip gidene kadar hayran hayran izliyorsunuz.
GÖĞE BAKMAK
Geçenlerde yüzerken bilim müzesindeki o “kara delik” oyuncağını düşünüyordum. Daha doğrusu önce zamanı düşünüyordum, sonra o oyuncağa vardım. Göğe bakıyordum ve zamanın yaşlandıkça nasıl da hızlandığını düşünüyordum. Benim “göğe bakma durağım” sırt üstü yüzmek çünkü. Başka zaman durup uzun uzun göğe bakacağım yok ama sırtüstü yüzerken buna mecburum. İyi ki mecburum. Kışları göğüm yarı olimpik yüzme havuzunun tavanı oluyor gerçi ama “tavana bakma durağı” Turgut Uyar’ı bile ağlatır. O yüzden hâlâ mevsim yazmış var sayalım ve gökyüzüyle devam edelim hikâyemize. Yüzmeyi çok seviyorum. Nasıl bedenim bir süre sonra suda olduğunu unutup kendi akışını buluyor, düşüncelerim de kendi akışına giriyor yüzerken. Geçenlerde işte yine yüzüyordum ve zamanı düşünüyordum: Zamanın çocukken nasıl da geçmek bilmediğini ama artık, hele anne olduktan sonra ardından atlı koşturur gibi nereye yetişeceğini bilemediğini.
Sonra yine bilim merkezindeki o “kara delik” oyuncağı geldi aklıma. Nasıl da bilye yörüngenin en dışındayken yavaş gidiyor, merkeze yaklaştıkça ivmeleniyordu. Belki biz de o bilye gibiydik, yaşlanmak dediğimiz şey merkeze yaklaşmaktı ve merkeze yaklaştıkça hızlanıyorduk. Sonunda tıpkı o bilye gibi kara delikte yitip gidecektik. Zaman algımızın giderek hızlanması gözümü korkutmaz oldu bu fikir aklıma gelince... Belki sadece algımız değil de hızlanan o bilye gibi biz de hızlanıyor ve merkeze yaklaştıkça adeta heyecandan çıldırıyorduk. Yeterince hızlanırsam belki ben de sonunda yavaşlayabilirdim.
Suyun içinde akıp gittim, zamanın hiçbir şeye yetmemesi önemsizleşti. Bir daha bilim müzesine gittiğimizde, (herhalde bir iki hafta içinde yine gideriz) “kara delik” oyuncağıyla oynarken Uzay’a bu fikrimden söz etsem mi? Umarım kendimi tutarım da bir şey söylemem. Kendi halindeyken de ışıl ışıl parlayan nöronlarını gereksiz yere yakmak istemem. Bırakayım da o, yörüngenin en dışındaki halkada usulca salınsın. Nasıl olsa zamanı gelince o da merkeze yaklaşıp hızlanacak.