Kültürel evrime paralel olarak “aşkın” da toplumsal bir zaruret olarak ortaya çıktığını görmek mümkün. Başka bir deyişle medeni bir insan nasıl yemeğini çatal bıçakla yiyorsa, cinsellik dürtüsünü de rasyonalize etme ve de toplumsallaştırma açısından “aşık” olmak zorundadır. Tokluk ve cinsel tatmin, yani iki en büyük içgüdüsel mekanizmanın – yerleşik düzende – ve de yasalarla düzenlenmiş kalabalıkların dar alanlarda – kentlerde – nasıl disipline ve ritüalize edildiğini görebiliriz. İnsanlık M.Ö. binler civarında cinsel ilişki ile doğum arasındaki bağlantıyı kavrayasıya kadar “cinsellik” tabularla ve yasaklarla belli düzene oturtulmamıştı.
Zira doğum kadınların tek başına üstesinden geldiği en büyük sır olarak görülmekteydi.
Neolitik devrim ve sonrasındaki yerleşme ile birlikte
kadınlar toprak sahiplerinin veliahtlarını doğurmakla yükümlü
olduklarından yemek içmek gibi son derece sıradan bir “insani
eylem” olan cinsellik (henüz “aşktan” bahsetmek mümkün
değil) çeşitli düzenlemelere maruz kalır. Bu “düzenlemelerin”
hepsi “doğal” olarak kadına ve cinselliğine fatura
edildi.
Mitolojik olarak bu “evrimin” izlerine
Afrodit isimli tanrıçanın “mitobiyografisinde” rastlamak
mümkün. Başlangıçta yer ve gök tanrıçası ve gücünün
temsili olarak “sakallı” da resmedilen (Aphrodite Ourania)
tanrıça kendinden menkul bir biçimde, kendisine has “Logos”
karşıtı olan “Eros” ile evreni yönetirken, doğrudan Gaia’yı
andıran ilksel bir tanrıçayken, sonradan Uranos’un Kronos
tarafından hadım edilmesi esnasında okyanusa düşen cinsel
uzuvlarından doğuyor: Artık Afrodit’in neye ihtiyacı var? Bu
“erotik” döngüyü devam ettirebilmesi için erkeğe ihtiyacı
var: Afrodit Adonis ile beraber anılır oluyor.
İlginç bir biçimde savaş tanrısı olan Ares, Adonis’i “kıskandığı” için yabani domuz şekline dönüşerek öldürüyor. Görüldüğü üzere Savaş Tanrısı, eski ve kültürbilimlerinde heterik (“fahişesel”) diye adlandırılan “hür” cinselliğe ket vuruyor: Kadınların ezelden beri çocuklarını bilmesi mitos döngüselliğine tekabül ederken, çocukların “babalarının” bilinmesi, mitos döngüselliğinin tarihsel çizgiselliğe geçtiğini görebiliriz. Carel van Schaik’ın “ikinci doğa” olarak adlandırdığı bu yeni tarihi-çizgisel semiyotik evreninde en önemli konu çocukların babalara ait olması ve “nesiller” düzeninin oturmasıdır.
Bu,
o kadar ileriye taşındı ki, Hristiyanlıkta, ve özellikle
Katolisizmde çok büyük öneme sahip olan Meryem Ana, hiçbir
surette eli erkek eline değmeksizin “bakire doğumu” denilen
mucize ile Hz. İsa’yı doğuruyor. Aşk böylelikle inanılmaz
şizofrenik bir biçimde “cinsellikten” ayrılıyor. “Aşkın”
vurgulandığı yerde cinselliğe yer kalmıyor, bilinçdışına
itiliyor ve tabularla örülmüş biçimde patoloji olarak karşımıza
çıkıyor. Ortaçağ destanlarında ise şövalyelerin hiçbir
surette cinsel dürtü ile değil, platonik bir aşk ile bağlı
oldukları soylu kadınlar için ölümü göze alırlar. Cinselliğin
platonikleşmiş, etten, kemikten, arzudan ayrıldığı unsur haline
geliyor “aşk."
Baba hukukuna göre genç kızlar
“uygun” bulunan erkeklere teslim edilirken, bu geleneğin
doğruluğu Eski Ahit’teki “Yaradılış” bölümünde Adem ile
Havva’nın ilk günahın cezası olarak açıklanır. Orada
Havva'nın yasak meyveyi koparıp yedikten sonra Adem’e de ikram
etmesi – ki bu birçok psikanalitik veya feminist okumaya göre de
kadının erkeğe cinselliği teklif etmesi anlamına geliyor –
cennetten kovulma ile sonuçlanıyor. Burada Yahve’nin Havva’ya
dedikleri çok ilginç: “Acılarla dolu hamilelik geçireceksin;
acılar içerisinde doğuracaksın ve kocanı arzulayacaksın, o
senin efendin olacak.”
Görüldüğü üzere Adem ile Havva
cennetten kovulurken aralarında eşit bir ilişki olmadığı gibi
cinsel ilişki ve doğum döngüsü kadın için bir “ceza”
olarak karşımıza çıkıyor. Burada da ilginç biçimde kadın
erkek arasında iki eşit insan ilişkisi olmadığı, efendi –
köle ilişkisi olduğu gibi, “aşk”tan da bahsedilmesi mümkün
değil.
Binlerce yıl sonra, ancak Ortaçağ’ın
yavaş yavaş Rönesans’a evrilmesi ile gelişen öznelliğin
beraberinde “aşk” edebiyat vasıtası ile karşımıza çıkıyor.
İlahi Komedya’daki Beatrice’den Don Kişot’taki Dulcinea del
Toboso’ya kadar kahramanların hayali sevgililerine olan ilahi aşkı
“Eros”tan çok “Agape” ile açıklanabilir, aynen bahsi geçen
ortaçağ destanlarında olduğu gibi. Ancak burada artık aşk da
modernleşir aşık olanın hedefine nasıl dört elle sarıldığı
da görülebilir: Sanatçının mükemmeli “yakalayabilmesinin”
göstergesine dönüşür aşk ve aşkının derinliği de kendi
derinliğinin yansımasıdır. Böylelikle aşk da dünya edebiyatı
tarihinde uzun kariyerine başlar: Shakespeare’in Romeo ve Jülyet
adlı tragedyasında kahramanların ikisi ölümü seçerken,
Goethe’nin “Genç Werther’in Acıları” adlı mektup romanında dünya edebiyatı tarihinde ilk kez erkek taraf – Werther – kadının neredeyse haberi olmaksızın aşkı yüzünden intihar eder. Romandaki bu büyük “skandal” 19. Yüzyıl boyunca mutsuz aşklardan muzdarip olan kahramanlarla doludur. Madame Bovary, Effi Briest, Anna Karenina, hepsi toplumun “aşk” ve de özellikle cinsellikle ilintili olan taraflarında topluma adeta ders verirler, toplumun bu konulardaki ikiyüzlülüğünü yüzüne çarparlar.
Bu yüze çarpma öylesine ileri boyutlara varır ki, 19. Yüzyıl sonunda – yani “erkek” putların alacakaranlığında – femme fatale erkekleri cinsel açıdan kendine bağımlı kılar ve onları birer Ödipus misali tutsak eder. Salome, Lulu, Pandora gibi kahramanlar neredeyse 3 bin yıllık – yazınsal – bastırılmışlıklarını, kabus olarak dönerek nötralize etmeye çalışırlar.
Onların imdadına felsefi olarak Arthur Schopenhauer yetişir, “Tasarım ve İstenç olarak Dünya” adlı eserin altbölümü olan “Cinsel Aşkın Metafiziği” başlıklı yazısında “aşk” denilen duygu durumunun hattizatında insanın çoğalma “istencinin” dışavurumu olduğunu belirtir; bütün ritüellerin, geleneklerin, ayıplamaların bu gerçeği değiştiremeyen birer tasarım olarak adlandırarak bu konuyu da felsefe tarihinin çöplüğüne atar. İlginç olan Schopenhauer’in bu bağlamda “istenç” tarifi Darwin’in Evrim Teorisinden 40 sene önce yayınlanmasına rağmen “evrimsel” tınılara sahip olması…
Prof. Dr. Nevzat Kaya