Namık İsmail’i anlatmak, bir atölye kapısını aralayıp dışarı taşan boya kokusunu ve cepheden dönen bir askerin yorgun nefesini aynı anda duymak gibidir.
O, tek bir üsluba sığınmayan; ışığın, rüzgârın, tarihin ve insanın haline göre fırçasını değiştiren bir usta. Paris’te Julian Akademisi’nde aldığı disiplinle Barbizon’un dingin doğalarını ve İzlenimciliğin titreşen ışığını cebine koydu. Ancak onu asıl biçimlendiren memlekete döndüğünde yaşamın önüne koyduğu sınavdı: Savaş, salgın, yoksunluk ve bütün bunlara karşın resme tutunan bir irade.
Kafkas Cephesi’nden İstanbul’a döndüğünde Şişli’de kurulan atölye yalnızca bir çalışma odası değil, resimle kurulan ortak bir vicdan odasıydı.
İbrahim Çallı’dan Hikmet Onat’a uzanan o halka içinde Namık İsmail, gösterişli kahramanlık yerine gündelik acının gölgesine baktı. Cenaze omuzlarda ilerlerken taş duvarın dibinde bekleyen kadınları, kaynayan kazanların başında sırasını bekleyen insanları, yıkama taşına bırakılmış bedeni resmetti. Rengi yükseltip bağırtmadı. Tonu kısarak acının doğal haline indi.
BERLİN YOLCULUĞU
Berlin’e gidişi ona başka bir enerji verdi. Lovis Corinth ve Max Liebermann çevresinde genişleyen tuş, kalınlaşan boya ve hızlanan fırça hareketi yüzeyin nefesini öne çıkardı. Döndüğünde artık konu ile tekniğin yer değiştirdiği o esnek denge iyice belirgindi: Portrede modelin yorgun çizgilerini saklamayan bir dürüstlük, kır sahnelerinde lekelerin birbirine karıştığı kontursuz bir renk ekonomisi, deniz görünümlerinde ufka serilen mavi katmanlar ve suyun üstünde ağır ağır ilerleyen bir vapur.
Asıl kuvveti burada. Bir şairin her şiire, şiirin doğasına yakışan ritmi bulması gibi çalışır. Kimi tabloda Paris’in yumuşak atmosferi baskındır, kimisinde Berlin’in daha saldırgan fırçası. Ancak her defasında aynı şey hissedilir: Konu öndedir, boya onun arkasında durur. Boya gösteri alanına dönüşmez, sahneye çıkan hep insanın halidir.
1920’ler hem kurumsal hem estetik bakımdan açıldığı dönemdir. İtalya’yı gezdi, İleri gazetesinde yazı işleri müdürlüğü yaptı. Sanayi-i Nefise’de yönetime girdi. 1928’de Akademi’nin başına geçti. Bir yanda öğrencilere çizgi, leke ve ışık dengesini anlatan hoca öte yanda tuvalin karşısında hâlâ yeni bir çözüm arayan ressam. “Desen mi, renk mi?” tartışmasını kazananı olan bir kavga gibi değil, tabloya göre değişen bir ortaklık gibi düşündü.
Savaş ve salgın üstüne yaptığı resimler bizi kentin arka sokaklarına götürür: Gusülhane kapısı, taş duvarın gölgesi, omuzlarda ağır ilerleyen tabut, bekleyenler. Bu tablolar büyük sözler etmeden büyük şeyler anlatır. Bir dönemin etik tutanağı gibidir. Denizde tek başına ilerleyen bir vapuru, gövdesindeki turuncu-siyah bandıyla gösterdiği anlarda ise karşımıza modern hayatın işareti çıkar. Ufka karışan mavilerin içinde yol alan gemi hem hareketi hem bekleyişi taşır. Hız ile yorgunluk aynı yüzeyde buluşur.
Namık İsmail’in paleti böyle çalışır: Acının ağırlığıyla gündeliğin dinginliği aynı defterin ardışık sayfalarıdır. Erken ölümü, kurumsal etkisini uzun yıllara yaymasına izin vermedi ama bıraktığı ders hâlâ taze. Resimde ısrar, üslupta esneklik, insana bakışta merhamet. Tekniği kutsallaştırmadan doğru yerde kullanmak. Boyayı konunun ardında duracak kadar alçakgönüllü, yüzeyi tek başına şiire çevirecek kadar cesur kılmak.
Bugün ona yeniden baktığımızda yalnız bir dönemin ressamını değil, hatırayı renkle taşımanın, acıyı yükseltmeden aktarmanın ve gündelik olanı saygın bir kadraja yerleştirmenin kalıcı yolunu görürüz. O yol Paris’ten Berlin’e, cepheden Akademi’ye uzanırken bize şunu söyler: Resim, yaşamın göğsüne konan bir eldir. Bazen ateşi düşürür, bazen nabzı tutar. Ve çoğu zaman da hesabını tutmadan, olup bitenin tanığı olur.