'Altın’ın marifeti ve Cebrail
KONUK YAZAR | Bergama eski Belediye Başkanı Sefa Taşkın, Cumhuriyet Ege için yazdı...
Son yıllarda da “altın”, yalnızca son yıllardan beri değil çok uzun yıllardan beri bir değişim aracı, bir değer tanımlayıcı, bir tasarruf aracı olarak kıymetini sürdürüyor.
İnsan yaratısı “banknot”, “kağıt para”, şimdi de internette dolaşan ”sanal para”; siyasilerin, büyük patronların kararlarıyla, tabii ki kapitalizmin doğası gereği; değeri artarak, azalarak günlük ekonomik hayatta önemli bir yer alıyor.
Paradaki değer değişimleri, kendi olağan günlük ilişkileri içindeki insanları zorlarken, “altın” varlıkları ve tasarrufları korumak için güvenilen son sığınak olarak görülüyor.
Global altın külçeleri
***
Yüzyıllardır insanın dikkatinin üzerinde olduğu bu sarı metal, “altın” hakkında rivayet çoktur.
Türk şiirindeki geleneksel yapıyı 1940’larda kırıp sokaktaki “gariban” adamın diliyle şiirler söyleyen mütevazı ozanımız Orhan Veli: “Gelse altın ışıklı yaz”, der bir şiirinde.
Divan edebiyatı ile çağdaş şiir arasında bir geçit olan çok yönlü şairimiz Yahya Kemal Beyatlı güz mevsimini anlatırken: “Sapsarı, altın renkli, kırmız damarlı yapraklardan”, söz eder.
Ulusal edebiyatımızı ilk adımlarını atanlardan, romancımız Reşat Nuri Güntekin’e göre ise çocuklar “altın top”tur.
Anadolu’da insanlarımız iyilik dilediği kişinin “tuttuğunun altın olmasını” ister.
Ancak, antik mitolojide kendi isteğiyle “her dokunduğunun altın olmasını ”arzu eden Kral Midas bu gücün tuttuğu her şeyi öldürdüğünü görünce, verdiği sıkıntıdan kurtulmanın yollarını arayacak, bu yetiyi arınmak için girdiği Partaklos/Sart (Salihli-Manisa) deresinin sularına bırakacaktır.
Bilge kişilerimiz de sadece bir madde olarak altın için “sokağa atsan köpekler bile yemez” derler ama çoğu insan bilincinde altın olgunluk, bereket ve zenginliği simgeler.
Ender bulunması, kolay işlenebilir olması, dayanıklılığı ve çekici rengi altını yüzyıllardan beri insanların onu bir mücevher, süs aracı, statü belirleyici olarak kullanılmasına yol açtığı gibi bir ekonomik, değişim aracı olarak değerlendirilmesine neden olmuştur.
Altın kıymetlidir, paradır, güçtür.
Büyük filozof Karl Marx’ın, bugün yaşadığımız ekonomik süreçleri de çözümlememize olanak sağlayan “Kapital” adlı eserinde dediği gibi “altın her şeyi satın alır”.
İşlenmemiş altın
***
Eski çağlarda altın özellikle dere yataklarında iri taneler halinde bulunurdu.
Altın arayıcılar eleklerle altın parçalarını derelerin kumundan çakılından ayırır, toplardı.
Modern zamanlarda sessiz sinema çağının ünlü gülmece ustası Charles Chaplin’in “Altına Hücum” filmi 19.yüzyıl sonlarında ABD’de derelerden elekle altın çıkarmaya çalışan yoksul insanların dramını anlatır.
Ancak zamanla yeryüzünde altının iri parçacıklar halinde bulunduğu dere yataklarındaki ve benzer yerlerdeki madenler tükendi.
Ama altın tutkusu hiç bitmedi!
Yaşadığımız ortamlarda kolay yoldan zengin olma güdüsünün varlığı ne yazık ki toplumsal bir gerçek!
Zamanla, Orta Çağda çeşitli maddeleri altına dönüştürme iddiasıyla “simyacı” denen kişiler ortaya çıktı.
1990’larda kimsenin elinde düşürmediği, “herkes kendi serüvenini yaşar” diyen İspanyol bilge Pablo Coelho’nun yazdığı “Simyacı” adlı kitabın sevimli kahramanı Santiago elbette bu simyacılardan değildi.
Denizli’de günümüzde derede altın arayanlar.
***
Değişik araştırmalar, denemelerden sonra 18.yüzyılın sonlarında “siyanür” denen dünyanın en tehlikeli zehrinin, topraklarda çok az miktarda bulunan altını cevherden ayrıştırdığı anlaşıldı.
Siyanürlü su, içinde altın bulunan toprakla ya da öğütülmüş taş tanecikleriyle karıştırılıyor, siyanür yapısal etkisiyle altını topraktan ayırıyor, suya geçen altın arıtılıp toplanıyordu.
Bu yöntem dünyanın birçok yerinde aldı yürüdü.
Ve bu uygulama altın işi yapanların para kazanması için çok kârlıydı.
Siyanür zehri ve insan gücü ucuz, altın pahalıydı.
Ancak bir sorun vardı. Bu işlemin yapıldığı ortamda ölümcül zehirler dolaşıyordu.
70 kg ağırlığındaki bir insanı 0.2 gr (1 gr bile değil) siyanür birkaç saniyede öldürüyordu.
İngiliz polisiye roman yazarı Agatha Christie’nin katilleri kurbanlarını hep “siyanürle” zehirliyordu.
Ölüme neden olduktan sonra siyanürü oluşturan karbon ve azot derhal ayrışıyor, kanda ölüm nedenine dair hiçbir iz kalmıyordu.
Ayrıca, siyanür kullanılarak cevherden altın alındıktan sonra geride kalan atıkta bulunan arsenik, kadmiyum, bakır vs. gibi ağır metaller de başlı başına zehirleyiciydi.
Arsenik bilinen fare zehriydi. Diğerleriyle beraber bu çevreye zararlı ağır metaller yer altı sularına bulaşıp insana ulaşınca vücutta birikiyor, kansere neden oluyordu.
Böylece altın binlerce yıldır toprağın altında sessizce uyurken: toprak kazılıyor, büyük çukurlar açılıyor, ağaçlar kesiliyor, birçok yönden doğaya müdahale ediliyor, doğanın dengesi bozuluyordu.
“Siyanürlü Altın” üretimi, nereden bakılırsa bakılsın hem doğa hem insan için büyük yaşamsal riskler taşıyordu.
Geçen yüzyılda bu tür madenler, işletildikleri G.Afrika, Guyana, Papua Yeni Ginesi, Romanya gibi özellikle yoksul ülkelerde büyük felaketlere yol açtı.
Dünyanın dört yanında artan çevreye duyarlılık ve doğa koruma eylemleri, “Siyanürcü Şirketleri” göze batan yerlerde bazı önlemler almaya zorlasa da bir avuç altın için birçok yerde hala toprak deşiliyor, basitçe zehirleniyor, doğa ölüyor, öldürülüyor.
Siyanür
***
Türkiye “siyanürlü altın madenleriyle” 1989’da ilk kez İzmir-Bergama-Ovacık’da tanıştı.
Avustralya, Alman, Fransız, ABD’li çokuluslu şirketlerin Bergama’daki girişimi büyük bir halk direnişiyle karşılaştı.
Halkın çevre duyarlılığı örnek düzeylere ulaştı.
İnsanlar bu tür madenin çevreye ve kendilerine zarar verebileceğini anlamışlardı.
Bütün bilimsel, hukuksal, toplumsal haklılığa rağmen, neredeyse bütün ülke ayağa kalkmışken, bir ahtapotun kolları gibi Dünya’yı saran “Siyanürcü Şirketler” bu madeni işletmekte ısrarcıydı.
Halkın başvurusu üzerine; Yüksek Mahkeme Danıştay’ın “bu maden çevreye zararlıdır ve işletilmesinde kamu yararı yoktur” saptamasına ve ilgili yerel mahkemelerin kararlarına rağmen; yerli devlet kademelerinde kimi görevlilerin gayretleriyle, yargı kararlarının etrafından dolanılarak bu tepkilere aldırılmadı.
Bir kulp bulunup madenler işletildi, işletiliyor.
Bergamalı kadınların siyanürlü altın madenine karşı çıkan eylemleri
***
Bergama Ovacıktaki “Siyanürlü Altın Madeni”nde cevher tüketilince burası bir kimyasal işletme ve zehirli atık biriktirme merkezine dönüştürüldü.
“Atık Barajı” denen, tonlarca doğaya zararlı kimyasal madde biriktirilen zehir çukurlarının sayısı bir iken, iki oldu, üç oldu.
Çevredeki “Kozak” gibi fıstık çamlarıyla kaplı doğa harikası bir yaylada “Çukuralan” mevkinin üzeri, altın madeni işletilmek adına, ay yüzeyine benzetildi.
İzmir-Kozak-Çukuralan altın siyanürlü madeni
Son zamanlarda yine Kozak’ta Gelinkaya, Gökçeağıl, Kapıkaya-Yerli Tahtacı yöreleri çevresinde; yasalar, yönetmelikler, koşullar zorlanarak “Siyanürlü Altın” madenleri işletilmek isteniyor.
Görevleri kamuyu korumak olan bazı devlet kurumlarının, böyle tehlikeli yatırımlar konusunda son derece titiz olmaları gerekirken siyanürcülere kolaylaştırıcı olmaları çok üzücü.
Bergama-Kozak Çam fıstığı ormanları
***
Artık “Siyanürlü Altın madenleri” Bergama ile sınırlı değil.
Ahtapot gibi her yanı sardı siyanürcüler.
Bugün özellikle Uşak-Eşme’de, Erzincan-İliç’te, Balıkesir ve Çanakkale Kaz Dağları ve çevresinde, Ordu-Fatsa’daki “siyanürlü altın madenleri”nin doğaya verdiği zararlar gözlerden kaçmıyor.
Küresel olarak yaşanan, doğanın bağrına açılan yaralar bağlamında oluşan “İklim Değişikliği” ortamında bu tür girişimler toplumlar için büyük risk taşıyor.
Kapitalizmin insanları daha çok tüketmeye kışkırtmasıyla artan talebe aracı olması arzulanan bir avuç altın için ülke toprağının deliş deşik edilmesi, her yanın siyanürlü, ağır metalli atıklarla kirletilmesi bugün ve yarın büyük çevre felaketlerine yol açmaya gebe.
Az para harcayarak çok, çok kazanmak için doğayı perişan etmek, çevreyi zehirlemek akıl dışı olmakla beraber, bir tür “gaddarlık”tır.
Erzincan İliç siyanürlü altın madeninde, Haziran 2022’de tonlarca zehirli su Fırat nehrine karıştı.
****
Altının marifetleriyle ilgili Anadolu’da yüzyıllardır anlatılan doğu, Ağrı dolayları kaynaklı bir öykü, sağır sultanlar gibi bu konudaki tehlikeleri duymazlıktan gelen ilgililere belki uyarıcı olabilir.
Bakın Anadolu bilgeliği ne diyor:
Üç kafadar arkadaş komşu köye gitmek için yola çıkmışlar. Yolda birbirleriyle şakalaşıp söyleşiyorlarmış. Öykü bu ya karşıdan da Cebrail ve bir yakını geliyormuş.
Cebrail yoldaşına: “Ben bunların canlarını alacağım” demiş. Onu vazgeçirmeye çalışmış yakını. “Niçin onların canlarını istiyorsun? Sonuçta insanlar seni lanetleyecekler. Adını hep küfürle anacaklar”
Cebrail gülümseyerek yanıt vermiş: “Dostum onları öyle öldüreceğim ki kimin suçlu olduğu asla anlaşılmayacak”.
Cebrail yürümüş gitmiş, kendini altın yığını haline dönüştürerek üç arkadaşın önüne çıkmış.
Üç kafadar karşılarında birdenbire bir altın yığını bulunca çok sevinmişler. Ama altın kitlesi o kadar büyük ve fazla imiş ki altını yanlarında götürmek istedikleri halde götürememişler.
Bir avuç altın
Ne yapsınlar?
Aralarında konuşup anlaşmışlar. Üç arkadaştan biri altınları taşımak için gereken torbaları almak üzere geldikleri köye geri dönmüş.
Geriye kalan ikisi yol kenarında, altın başında oturup köye giden arkadaşlarını beklerken, akıllarına kötülük girmiş: “O geri döndüğünde bizi çok beklettiği için önce ona kızalım, sonra üzerine atlayıp öldürelim. Böylece altınlar bize kalır. Üçe böleceğimize ikiye bölüp paylaşırız. Payımıza daha çok altın düşer”, diye düşünmüşler.
Altın kimi insanların gözlerini kamaştırır, hırslarını bıçak gibi biler ya!
Onlar sabırsızlıkla köye giden arkadaşlarını beklerken üçüncüsü köye varmış, evine gitmiş.
Hanımına heyecanla: “Yolda giderken biz çok büyük bir altın yığını bulduk. Onları taşımak için ben eve torba almaya geldim. Çabuk börek yap, içine zehir koy. Böreği beni bekleyen kafadarlara götüreyim. Sıcak sıcak yesinler ve hemen ölsünler. Böylece bütün altın bize kalır. Bu kadar altın torunlarımızın torunlarına bile yeter.”
Börek pişince torbaları ve bir tepsi böreği alıp arkadaşlarının yanına dönmüş, altının gözünü kararttığı hırslı adam.
Altının başın bekleyen kafadarlar, köyden torbalar ve bir tepsiyle dönen adamı görür görmez: “Neden geç kaldın?”, deyip bağırıp çağırmaya başlamışlar.
Köyden dönen: “Niçin beni azarlıyorsunuz? Hiçbir kabahatim yok. Acıktığınızı düşündüm, karımın sizin için yaptığı böreğin pişmesini bekledim. Onun için biraz geciktim. Alın soğumadan yiyin”, demiş.
Ama iki arkadaşı onun sözünü bitirmesini beklememişler bile. Üstüne atlayıp öldürmüşler. Uçurumdan aşağı atmışlar. Altınları paylaşmadan, torbalara yüklemeden önce biraz güç toplamak için oturup bir tepsi böreği bir güzel yemişler. Ve hemen zehirlenip ölmüşler.
Ordu-Fatsa siyanürlü altın madeni
Altın yığınına dönüşüp olan biteni izleyen Cebrail eski durumuna gelmiş.
Sonra yoldaşı yakınına dönmüş ve demiş ki: Hadi bakalım arasınlar şimdi, bu alçak adamların ölümünden suçlu olan kim?
Oysa günümüzde suçlular ortalıkta geziniyor!
(Bu makalenin oluşturulmasında S.Taşkın’ın “Siyanürcü Ahtapot” kitabından yararlanılmıştır.)
Sefa Taşkın
22.07.2023
Bergama/İzmir
En Çok Okunan Haberler
- Op. Dr. Dericioğlu başında poşetle ölü bulundu
- Rojin Kabaiş'in kesin ölüm nedeni belli oldu
- Memurlar için yeni dönem başlıyor
- 'Engel' kalktı, dönüş başladı
- 500 bin TL'nin aylık getirisi belli oldu
- Onlarca araç birbirine girdi
- Bahçeli'den uzun uzun alkış!
- Erdoğan'dan işgale 'isimsiz' tepki
- 'Kapasitemizi 15-20 bine çıkarttık'
- Şam nasıl düştü? ‘