Acar Baltaş: En yüksek güven narsistlerde var
Acar Baltaş ile yeni kitabı “Hayatın Hakkını Vermek” üzerinden uzun uzun konuştuk.
Hangi yaşta olursak olalım, hepimiz hayatımızı ve kendimizi tamamlamaya çalışıyoruz. Hayat akıp gidiyor. Uzun yaşayalım ancak yaşlanmayalım istiyoruz. Ne kadar uzun yaşarsak o kadar mutlu olacağımızı düşünüyoruz. Hep mutlu olalım istiyoruz. Halbuki mutsuzluk da hayata dair değil midir? Peki gençler onlar hayatı nasıl yaşıyorlar?
İşte tüm bu soruları Acar Baltaş ile yeni kitabı “Hayatın Hakkını Vermek” üzerinden uzun uzun konuştuk. Çılgınca soru sordum ve hepsini sabırla cevapladı. Tabii ki biraz hayat ve yemek de ekledik. Buyrun leziz sohbetimize…
- “Hayatın Hakkını Vermek” adlı yeni kitabınız çıktı. Şansı bol olsun. En son aynı isimli Tedx konuşmanızı da izlemiştim. Hem kitabınız okuyan hem de sizi izleyen biri olarak sormak istiyorum. Hayatın hakkını nasıl vereceğiz? Siz verebiliyor musunuz?
Bana göre; hakkı verilmiş bir hayat, kendini aşan bir amaca hizmet etmek ve bunu kendinden daha az şanslı insanların hayatına değmekle mümkün. O insanların hayatında iz bırakmakla mümkün. Kişisel olarak bana sorduğunuzda hayatın hakkını verdim diyebilir miyim? Yıllar sonra kitaplarımı okuyan ya da toplantılarıma katılan insanlarla karşılaştığım zaman toplantıdaki bir mesajın ya da kitaplarımın insanların hayatlarında değişiklik yaptığını söylediklerinde onlara “peki, ne?” diye sorarım ve bir şey söylerler. Bu cevapları duymak boşa yaşamadığımı düşündürür ve mesleki bir doyum yaşatır. Yoksa hayatın hakkını verdin mi sorusunun doğru cevabı, son anda sorulabilir (gülüyor).
- Çocuklar ebeveynleri tarafından tek, biricik ve harika olduklarına inandırılıyor. Bunun sonucunda çocuklar da her şeyi yapabileceklerine, herşey olabileceklerine ve en kötüsü herşeye hakları olduğuna inanıyor. Sahip olmak istediklerini hak etmeleri gerektiğini düşünmek bile istemiyorlar. Özgüvenli diye narsist bireyler mi yetiştiriyoruz?
Tabii öyle. Narsist ve mutsuz. İki boyutta ele alalım soruyu. Şu anda yaşamakta olduğumuz pandeminin yaşlılar için riski yüksek. Bu nedenle gençler de sürece çok fazla uyum gösterme ihtiyacını hissetmiyorlar. Ancak gerçekte bu pandemi en büyük zararı yetişmekte olan genç kuşağa verecektir. Çünkü gençler dünyada ve Türkiye’de daralan iş imkanları, artan iş gücü arzı sebepleriyle iş bulmakta zorluk çekecekler. Buldukları işte de son derece düşük ücretlere razı olmak zorunda kalacaklar. Dolayısıyla şişirilmiş egolarla çıktıkları dünyada hayal kırıklığına uğramaları ihtimali çok yüksek. Birinci cephesi bu. İkinci cephesi ise fiziki olarak insanlarla bir araya gelme imkanımın olduğu toplantılarda nasıl bir çocuk/genç insan yetiştirmek istersiniz sorusuna aldığım cevaplar arasında “mutlaka özgüveni yüksek olsun ama benim sözümden de çıkmasın” oluyor. (gülüyor) Nasıl olacaksa? En yüksek güven narsistlerde, manyaklarda ve piskopatlarda vardır. Bu insanların özelliği; sahip olmadıkları özelliklere sahip olduklarını düşünmek, sahip oldukları özellikleri de abartmak. Kendine güvenin bu kadar abartılması bize Amerikan psikolojisinin hediyesi. Sosyal medyadaki gelişmeler de bunu destekliyor. Mesela sosyal ikilem belgeseli. Tristan Harris diyor ki “Biz “Beğen” tuşunu insanları birbirine yaklaştırmak, mutlu etmek için koyduk ancak bugün insanların mutsuzluğuna sebep olduğunu görüyoruz”. Böyle bir sorun var. Özellikler anneler bir ölçüde de babalar çocuklarının her şeye hakları olduğuna inanıyorlar. Çocuklarının önündeki engelleri kaldırmak için gereksiz bir müdahale ve mücadele içindeler. Engelleri kaldırma mücadelesi de çocukların psikolojik bağışıklık sisteminin gelişmesini engelliyor.
- Çocuklarımız neden mutsuz?
Çocuklar dünyanın kendileri etraflarında döndüğüne ve her şeyin hakları olduğuna inanıyorlar. Herhangi bir zorlukla karşılaşmak istemiyorlar. Karşılaştıkları zorluklar da anneleri babaları tarafından çözülüyor zaten. Bu tabii konuştuğumuz belirli bir grup. Buna karşılık diğer grup ise başka yoksunluklar içinde yetişiyor, büyüyor. Bir kere şunu kabul etmemiz lazım. Hayatla mücadele edecek, potansiyelini hayata yansıtan çocuklar yetiştirmek için eğitimli bir anne baba olmak orta ile az derecede önemli. Hani annenin babanın eğitimli olması şart falan ya! Hiç buna inanmıyorum. Yani eğer Anadolu’ya bakarsanız hiçbir formal eğitimi olmayan ya da en temel düzeyde eğitimi olan anne babaların insan sevgisi dolu, sorumluluk duygusuna sahip, disiplinli, vicdanlı ve hayatla mücadele eden çocuklar yetiştirdiklerini göreceksiniz. Ben mesleğim gereği bunu görüyorum. Çalıştığım yönetici düzeyinde insanlara baktığımda büyük çoğunluğunun Anadolu’nun çiftçi, esnaf ve küçük memur çocukları olduğunu görüyorum. Bu çocuklar hayatın başından itibaren kendi işlerini kendi yapan ve ailelerinin de hayatına katkıda bulunan çocuklar.
Aileler çocuklarının hayatını kolaylaştırdıkça, onların hayatla mücadele etmeleri için gerekli olan, psikolojik bağışıklık sistemlerini zayıflatmış oluyorlar.
- Bu durumda çocuklara fazla empati gösterilerek disiplin boşluğu mu oluşuyor?
Anlatmaya çalıştığımın tam karşılığı bu. Fazla empati disiplinsiz çocuklar yetişmesine neden oluyor. “Aman üzülmesin, istemiyorsa yapmasın, zorla olmaz!” gibi söylemler çok yaygın. Hangimiz günümüzün tamamını sevdiğimiz işleri yaparak geçiriyoruz? Dolayısıyla benim anne ve babalara söylediğim tek bir cümle var: “1 yaşından itibaren çocuğunuzun yapabileceği hiçbir şeyi onun için siz yapmayın.”
- Ergenliğin panzehiri yaz kampları yerine ufak çaplı işlerde çalıştırıp sorumluluk kazandırmak mı?
Kesinlikle öyle. Konuyu daha geniş perspektiften alırsak gençler üniversiteyi bitirip diplomayı eline aldıklarında hayatın başlayacağını düşünüyorlar. Belki son sınıfta ne yapacağını düşünmeye başlıyorlar. Halbuki diplomayı ellerine aldıkları zaman her şey bitmiş oluyor. Bu, sınavdan bir gün önce kaygımla nasıl baş ederim diye uzmana gitmeye benzer. Bunu anlatabilmemiz lazım. 14-15 yaşından itibaren yazları sıradan işlerde çalışmak, ev işlerine yardımcı olmak, kendi kazandığı parayla öğrenci koşullarıyla Türkiye’de ve Avrupa’da gezmek, kısa seyahatler yapmak, sertifika programlarına katılmak, bilmiyorsa yabancı dilini geliştirmek, sosyal sorumluluk projelerinde ya da öğrencilik kulüplerinde öncülük etmek, kod yazmayı öğrenmek çok önemlidir. Böyle bir insan iş görüşmesi için karşınıza geldiği zaman diploması ne olursa olsun, işi hemen alır. Diploma görüşmeye çağrılmak için pasaporttur, o kadar.
- Esas mesele yeterlilikse neden düşmekten, başarısız olmaktan bu kadar çok korkuyoruz?
Çünkü başarıyla zehirliyoruz gençleri. “Başarılıysam değerliyim, iyiyim, doğruyum, güzelim, yakışıklıyım. Başarısızsam yanlış, değersiz, kötü hatta çirkin”. Bu düşünceye katlanmak zordur. Oysa başarısızlık hayatın kaçınılmaz bir parçasıdır. Bir insan, “Hayatımda hiç başarısız olmadım, yaptığım her işte başarılı oldum” diyebilir mi? Böyle bir insan olabilir mi? Başarıyla zehirlediğimiz gençler hata yaptıklarında sebebi dışarıda arıyorlar, çok kolay yalan söylüyorlar, fırsat varsa hile yapıyorlar, yakalanırlarsa da utanmıyorlar. Kendi sınırlarını zorlayacakları işlere girmiyorlar. Daha güvenli tarafı seçiyorlar. Bu da potansiyellerini keşfetmelerine ve bunu kullanmalarına engel oluyor. Bu çok önemli bir nokta. “Başarı gurur verir, başarısızlık geliştir.” Bunu anne babaların ve eğitimcilerin bilinçlerinin altına yerleştirmemiz lazım.
“Başarısız mı oldun? Harika!”. Bekleyin duygusu yatışsın, sonra şu soruyu soralım: “Ne öğrendin? Bir dahaki sefer aynı durum başına gelirse, ne yaparsan durum değişir?” Konu bu.
- Bizim ezberimizde; çok çalışın, acele edin, koşun, sınıf atlayın, başarılı olun o vakit mutlu olacaksınız vardı. Ancak başarı, zenginlik bize mutluluk getirmedi. Sürekli rekabet hepimizin ruhlarını yordu. Hayat kariyerle, sınıf atlamakla övünülecek ya da harcanacak bir yer değil sanki. Ne dersiniz?
Bir kere bu vaatlerin hiçbiri doğru çıkmadı. Bundan 25 yıl öncesine kadar, eğitim sisteminin ve “büyük”lerin, bizim zihinlerimize işlediği mesaj şuydu: “Sıkı çalışırsan başarılı olursun… Yabancı dil öğren, yüksek tahsil yap… Üniversiteyi bitir, iş sahibi ol. Böylece geleceğin garanti olur ve saygın bir hayat yaşarsın.” Günümüzde gençler haklı olarak, geleceğe giden yolda bir üniversite diplomasının işe yarayacağına ve diploma sahibi olmanın kendilerine saygın bir yaşam sunacak bir işi garanti edeceğine inanmıyorlar. Ayrıca diploma sahibi olmaya giden yolun, onları kendilerine ilginç gelen konulardan uzaklaştırdığını yaşayarak görüyor ve bunlardan vazgeçmek için katlanacakları özverinin de elde edecekleri sonuca değmeyeceğini görüyorlar.
Ebrucum bugün öğretilenlerin hepsinin geçerliliği en iyimser 10 yıl. Bu çocuklar 15-20 yıl sonrasındaki bir hayata hazırlanıyorlar. On yıl içinde bambaşka bir dünya olacak. Dolayısıyla elli yıl içinde insan soyunun değişme ihtimali var. Biz bugün insanlık tarihindeki en büyük transformasyona tanık olurken belki bu çocuklar çok daha büyük bir dönüşümü yaşayacaklar. Yapay zekanın da insanlığa ne getireceğini henüz çok iyi bilmiyoruz.
- Kapitalist düzende mutluluk kavramı bir pazarlama materyali olarak üzerimizde etkin şekilde kullanılıyor. Mutlu olmak için harca daha çok harca. Gerçekte ise mutluluk sadece bir durum değil mi? Mutluluk kadar mutsuzluk da insana dair değil midir?
Mutluluğu, sıkıntı çekmemek, hep iyi şeyler yaşamak olarak algılıyoruz. Haz düzeyinde düşünüyoruz. Olumsuz duygu yaşamak kötü gibi yanlış gibi bir algı var. Halbuki olumsuz duygular insanları geliştirir. Ebeveynlerin “çocukların her problemini çözmemeleri gerekir” diyorum ısrarla. İnsanın depresyonundan, mutsuzluğundan öğrenecekleri var. Nietzsche’nin üstün insan (Übermensch) kavramı çok yanlış anlaşılmıştır. Anlamlı amacı uğruna acı çeken insandır üstün insan. İnsan acı çekerek de mutlu olabilir ve bu mazoşist olduğu anlamına gelmez. Çünkü “değerler” hayatı sınırlar. Değerler bireysel olarak hazzımızın, çıkarımızın, keyfimizin önünde engeldir. Bedel ödemediğiniz değere sahip olduğunuzu iddia edemezsiniz. Onun için de mutluluğun hazla sınırlı olmadığını ve eylem içinde olduğunu anlamak gerekir. Kitap okurken, müzik dinlerken, sohbet ederken, spor yaparken, sevdiğiniz işi yaparken zamanın akıp gitmesidir eylem içindeki mutluluk. Bunun için de beyninize ve bedeninize yatırım yapmanız gerekir. Mutluluk ayrıca kendini aşan bir amaca hizmet etmesiyle ve en başta da söylediğim gibi, anlam duygusuna sahip olmasıyla mümkündür. İnsan doğduğu günden beri iki soruya cevap aramış. “Neden varım? Ne olacağım?” Tarih boyunca bütün inanç sistemleri, semavi dinler veya günümüzde var olan diğer dinlerin hepsi bu sorulara cevap arar ve yol gösterir. Böyle bir inanç sisteminden yoksun olarak maneviyat mümkün müdür? Mümkündür. Bu da, bir başka hayattaki ödül ve cezalara kafayı takmadan, kendi vicdanına sorumlu olduğunu düşünmekle mümkündür. Ancak vicdan gelişimi için buna yatırım yapılması gerekir.
- Vicdanımızı egomuza mı kaptırdık?
Ego dediğiniz şey kendi gözümüzde kendimize atfettiğimiz önemdir. Biraz okur yazar olan ve düşünen bir kişi, koca evrendeki yerinin toz hükmünde bile olmadığını bilir. Toz değiliz. Kendini, unvanını önemsemek ne demek? Bundan daha komik bir şey olabilir mi? Geçen gün TV’de bir program izliyordum. Sunucu soruyor karşısındakine “Size kibirli diyorlar. Ne dersiniz?” Kişi de “ben kibirli biri değilim, bu beni böyle görenlerin problemi” İşte kibrin tam olarak tarifi budur. Bundan sonra tüm toplantılarımda “kibir”i böyle anlatacağım.
- Yaş almak deneyim ve mutluluk getirmesi gerekirken neden hepimizin kabusu? Yaşlanmak ve ölümden neden bu kadar korkuyoruz?
Yaşlanma korkusu ve uzun yaşama isteği daha çok maddi imkanı yerinde olanların derdi. Sahip olduklarının daha fazla tadını çıkarmak isteyenlerin derdi. Halk düzeyine bakarsanız insanların yaşlanmaktan korkmak gibi bir dertleri yok. Herkes uzun yaşamak ister tabii. Sonunda oyun bittiği zaman, bütün taşlar aynı kutuya giriyor. Ayrıcalıklı bir hayat yaşayanlar ve kendilerinin özel olduğuna inanalar bunu hazmedemiyor. Hayattaki bütün kuyruklarda ön sıralarda yer edinmenin yolları var. Bedelini ödemek kaydıyla. Sonunda oyun bittiği zaman bütün taşların aynı kutuya girecek olması, ayrıcalıklı olduğuna inananların içine sinmiyor (gülüyor) Onun için yaşlanmamak ve mümkünse ölmemek için bir mücadele var.
- Evlilik ömür uzatıyor mu?
En uzun yaşayanlar eşini kaybetmiş kadınla. Şimdi buradan istediğiniz sonucu çıkartın (gülüyor) Yani “erkekler kadınların ömür törpüsüdür” diyebilirsiniz veya adam gidince kadın rahat etti diyebilirsiniz (gülüyor). İşin şaka yanı bir tarafa bilimsel araştırmalara göre, kadınlar yalnız kalsalar da hayatla daha iyi başa çıkıyor. Arkadaş topluluğu oluşturuyorlar, daha çok dayanışma içindeler. Bunun sağladığı avantajlar mevcut.
Tehlikeli olan erkeklerin yaş dönümü dedikleri dönemde, ki aslında bunun yaş dönümü ile ilgili değil de, hayatla hesaplaşma ile ilgili olduğunu düşünüyorum. Herkes için hayatla iki aşamada hesaplaşma var. Biri 30’lu yaşların ortasında, yani hayaller, idealler, her şey olabileceğini zannederken, bulunduğu nokta, insana gidebileceği menzil konusunda fikir veriyor. İkinci hesaplaşma ise özellikle erkekler açısından ellili yaşlar civarında oluyor. Bu yaşlarda yeni bir arayışa girmek erkeklere yaramıyor ve çoğunlukla ciddi sağlık sorunlarına yol açabiliyor (gülüyor).
Tabii ki bunun istisnaları da var. İlk beraberliğinden ders çıkarıp ikinci evliliğinde daha mutlu olan insanlar da var. Burada sorun şuradan kaynaklanıyor; bir kere evliliğin taşıdığı önem bundan 100 yıl önceki gibi değil. Dolayısıyla bugün araştırmacıların çoğunlukla zorlandıkları nokta, beraber yaşayanların hangi kategoride değerlendirilecekleri. Sadece nufüs kağıdındaki “medeni durum”a bakarak yorum yapmak kolay değil. Erkeklerin geçen yüzyılda kendilerine bakamadıkları için sahip oldukları dezevantajlı durum, bu yüzyıldaki bilgi ve sağlanan kolaylıklar ile önemli ölçüde ortadan kalktı. Bunun da hayat süresine katkısı var. Burada kritik nokta, erken evlilikler. Kişilikler oturmadan, bireysel bağımsızlığını kazanmadan, değerlerinin farkında olmadan evlenen gençler.
- Günümüzün gençleri erken evlenmek istiyorlar sanki ? Ne dersiniz?
Aile dinamiği önemli. Baskıcı ailelerdeki gençler için bu geçerli. Erken evlilik tehlikeli çünkü, değerlerin hayatta ne kadar önemli olduğunu bilmiyor gençler. Kendisinin ve karşısındakinin değerlerinin farkında değiller. Dolayısıyla duygusal ve cinsel çekimle bir araya geliyorlar. Bu çekim de taş çatlasın iki yıl sürüyor. Evlenecek kişilerin beyinlerini berraklaştırmak için 5-6 sorunun karşılıklı olarak konuşulması gerekir.
Sorular şunlar. Evlilikten ne bekliyorsun? Kadın erkek rolünden ne anlıyorsun? Anne -baba olma sorumluluklarını nasıl düşünüyorsun? Cinsellikten ne bekliyorsun? Sadakat sence nedir? Beni hangi özelliğimle çekici buluyorsun? Elinde olsa hangi özelliğimi değiştirmek istersin?
- İnsan var oldukça anlam arayışı da devam edecek diye düşünüyorum. Hayatın anlamı nedir sizce?
Hayatın anlamı herkese göre değişir. Şuna gönülden inanıyorum. Kimse kimseye hayatı reçete edemez. Herkes kendi yanlışlarını yaparak, yanlışlarından öğrenir. Ancak şu da var ki, bütün yanlışları yapacak kadar da uzun yaşamayız. Bu nedenle de başkalarının yanlışlarından öğrenmekte fayda vardır. Hayatın anlamını kendi adıma söyleyecek olursam başka insanların hayatına bir şeyler katmak olarak görüyorum. Hayat repertuarlarında olan ama isimlendiremedikleri yaşantılarını kavramlaştırdığımı düşünüyorum.
- Günümüzde sadakat ne kadar gerçek?
Değerler bedel ödetir. Değerleriyle yaşayan insanlar için sadakat hayatın bir parçasıdır. Haz peşinde yaşayan insanlar için fırsatlar her zaman değerlendirilmeyi bekler.
Nasıl bu kadar sağlıklı yaş alıyorsunuz?
Genetik faktörlerin mutlaka önemi var ancak büyük ölçüde seçtiğim hayat yoluyla ilgili olduğunu düşünüyorum. Birbirimizle iyi geçiniriz. İnsanlarla ilgili iyi düşünürüz. Dedikodu sevmeyiz. Sevdiğimiz işi yaparız. Sıkı çalışır, zamanın nasıl geçtiğini anlamayız. Çok az televizyon seyrederiz. Bunların yanında yediğimize dikkat eder, mümkün olduğunca hareketli olmaya çalışırız. Ben senede beş ay 2000 mt mertebesinde yüzerim. Sporun sınırlı olsa da etkisi vardır.
Kaç yıldır evlisiniz? Boşanma oranlarının hızlıca arttığı mutlu evliliğin sırrı nedir?
Bizim arkadaşlığımız elli, evliliğimiz 45 yıl. Eşimle üniversite kitaplığında tanıştık, hala bir masanın iki ucunda çalışarak hayatımızı sürdürüyoruz. Mutluluğumuzu neye borçluyuz, noktasındaki en önemli faktör, ortak değerlere sahip olmak ve ortak bir öğrenme tutkusuna sahip olmak. Bizim hayatımız okuyarak, okuduklarımızı konuşarak geçer. Birileri için bu son derece sıkıcı bir hayat olabilir ama bizimki böyle. (gülüyor) Nedir bizi bir arada tutan? Ortak heyecan, içeriğinden bağımsız, insanları birbirine yakınlaştırır, duygusal ve cinsel çekim yaratır. Onun için toplantılarımda “İş’teki problemlerinizi eve götürün” derim, insanlar şaşırır. Ben de “Flört ederken anlatmaz mıydın iş’teki problemini? Anlatırdın. Niye evlenince anlatmıyorsun? Eşin başkasına anlatsa daha mı iyi olur?” diye espriyle karışık sorarım.
En sevdiğiniz yemek? tarif?
Kayınvalidem hayattayken ciğer sarma yapardı. Çok severdim (gülüyor).
- Peki yemek yapıyor musunuz?
Ben yemek yapmam ama eşim mutfakta olduğu sürede ona yardım ederim. Yamaklık yaparım (gülüyor)
- Ya eşiniz Zuhal hanım?
Eşim yemekleri belirli bir tarife bağlı kalmadan spontan yapar. Elinin değdiği herşeyi lezzetli kılar. Fakat spontan yapıldığı için tekrarı yoktur (gülüyor). Ancak kurduğu gündelik sofra bile çok özenlidir. Abartmıyorum kurduğu her sofra tablo gibidir.
Evde ne yeriz? Samimiyetle söylüyorum. 5-6 gün balık yeriz, belki bir gün et yemeği yenir o da tencere yemeğidir. Izgara et belki ayda bir. Ağırlıklı olarak bitkisel besleniyoruz.
- Dostlar sofrasının sosyalleşmemizde önemi büyük. Sizin dostlar sofranızda kimler var?
50 yıllık arkadaş grubumuz var. Ayda bir kere buluşuyoruz mutlaka. Doğum günlerimizi hep beraber kutlarız. İstanbul Erkek Liseliyim. Sürekli haberleştiğimiz liseli grubumuz var. Daha önce nispeten daha entelektüel bir çevremiz vardı. O çevreden kopmuş bulunuyoruz. Çetin Altan’ın sofrasında bulunmuşuzdur, misafir etmişizdir. Çocuklarıyla beraber olmuşuzdur. Sonuç olarak insanların entelektüel düzeyi, en yakın beş arkadaşının entelektüel düzeyi civarındadır. Bu değişmez. Biz eşimle birbirimizi beslemeye çalışıp onun dışında da bu ilişkilerimizi sürdürmeye çalışıyoruz.
CİĞER SARMA
Malzemeler :
• Bir takım kuzu ciğeri
• Körpe kuzu gömleği
• 1 Büyükbaş soğan
• 1,5 su bardağı pirinç
• 2 Baş taze soğanın yeşil yaprak kısımları
• 1 yemek kaşığı kıyılmış dereotu
• Yarım çay bardağı kuş üzümü
• Yarım çay bardağı dolmalık fıstık
•1 Çay kaşığı kuru nane
• 1 Yumurta sarısı
• Yarım çay bardağı sıvı yağ
• Tuz, karabiber
• Kaynar su
Hazırlanışı :
• Kuzu gömleğini bir tepsiye alıp üzerine sıcak su ilave edip çözülmesini bekleyin.
• Derince bir tavaya sıvı yağı alıp, dolmalık fıstıklarla ince kıyılmış soğanları pembeleşinceye kadar çevirin.
• Küçük kuşbaşı şeklinde doğranmış ciğerleri ekleyip sürekli çevirerek pişirmeye devam edin.
• Ardından yıkanıp nişastası süzülmüş pirinçleri ilave edin.
• Pirinçleri çevirirken ince kıyılmış soğan yapraklarını, kuş üzümü, kuru nane ve dereotunu ilave edip, baharat ve tuzunu ayarlayın.
• Pilav hazırlar gibi kaynar su ilave edip, bir iç pilav hazırlayıp demlendirin.
• Çözülmüş kuzu gömleklerini 15 X 15 cm gibi ebatlarda bıçakla kesip, içerisine iç harcı boca koyun.
• Kuzu gömleğini iç harç taşmayacak şekilde sıkıca sardırıp, sardığınız taraf alta gelecek şekilde bir fırın tepsisine dizin.
• Üzerine yumurta sarısı sürüp, yüksek hararette ( 180-200 derece ) fırında nar gibi oluncaya değin fırınlayın.
• Sıcak veya ılık olarak servise alın.
En Çok Okunan Haberler
- İlber Ortaylı canlı yayını terk etti!
- İBB, Bilal Erdoğan dönemindeki taşınmazları geri aldı
- Erdoğan'dan flaş 'Suriyeliler' açıklaması
- ATM'lerde 20 gün sonra yeni dönem başlıyor
- Lütfü Savaş CHP'den ihraç edildi
- 'Onun ne olduğunu iyi biliyoruz'
- WhatsApp, Instagram ve Facebook'ta erişim sorunu!
- Polis müdürlerine gözaltı: 'Cevheri Güven' ayrıntısı
- O ülke Suriye büyükelçiliğini açıyor!
- Hamaney 'Suriye' sessizliğini bozdu!