Alternatif bir Londra gezi yazısı
İlk kez gidecek olmak demek, İngiltere’ye vize işlemlerinin planlanandan çok daha uzun sürmesi demekmiş, bunu İstanbul - Londra seferinin 44F numaralı koltuğuna bir gün gecikmeli oturarak anladım.
Benden 24 saat önce, yani bana göre doğru zamanda yola çıkan insanların bulunduğu uçağın motoruna kuş sürüsünün girmesi, uçağın gökyüzünde U çekip Atatürk Havalimanı’na geri dönmesi ve bir sonraki tarifeye kadar saatlerce alanda beklemesi beni avutmamıştı. Ailemin “Çok şanslısın, gidenler çok kötü durumdadır kesin şimdi” minvalindeki sözleri beni daha da sinirlendiriyordu. Çünkü sonuçta geç de olsa, güç de olsa onlar Londra’ya gitmişti. Bense evde dertlenmemek adına bir geceye binbir eylem sığdırıyordum: Kâh bir Bela Tarr filmi patlatıyor, kah “Kötülük Üzerine Bir Deneme”yi okuyor, bir yandan spor yapıp diğer yandan internetten yemek tarifleri indiriyordum. Mutsuzdum, çok mutsuzdum çünkü topu topu üç günlük gezi programım varken şimdi geriye yalnızca iki günüm kalmıştı, gidiş biletim de yanmıştı. Hem kendimi Londra’ya nasıl da hazırlamıştım: Soğuk havasına dayanmak için sıkı bir kar montu, sağlam bir gezinti için kaliteli bir spor ayakkabı ve İngiliz tatlılarından doya doya yiyebilmek için uzun zamandır devam eden bir diyet programı...
Neyse ki bu tuhaf bekleyişin ardından, geç de olsa Londra Havaalanı’ndaydım. Has ve öz İngiliz aksanlı pasaport görevlisiyle sohbetimiz, rutin işlemden çok Shakespeare ekseninde dönmekteydi:
- Basın toplantısı hikâye, ben asıl Globe Theatre’a gitmek istiyorum. Gidemezsem öleyim daha iyi.
- Hımm iş gezisi adı altında turistik gezi öyle mi, başvurunuzda bunu belirtmemişsiniz. Her neyse, Shakespeare okur musunuz?
- Ahh, yaşamımın bir bölümü inanın Shakespeare’le geçti…
Kısa aralıklarla yükselip düşen, zaman zaman kahkahaya meyleden sesim, sırada bekleyenlerin homurdanmaları üzerine zorunlu olarak kesildi, belli ki coşkuyu fazla kaçırıp insanların tepkisini çekmiştim. Bavulumu kaptığım gibi güneşin batmadığı imparatorluğa doğru koşar adımlarla ilerleyip birkaç metre ötedeki taksiye bindim. Bir saate yakın süren yol boyunca geçtiğim caddeler, köprüler ve evler, Londra’nın gösterişten uzak, içe kapalı estetiğinin ilk göstergesi oldu benim için. Üstümdeki kar montunun beni terlettiğini ise ancak yolun sonunda fark ettim.
Punk’ın merkezine yolculuk
Hyde Park’ın hemen karşısında konumlanmış otelin birinci katındaki “küçük ama şirin” dedikleri türden odama yerleşirken bu kez “merkez”den başlamayan bir gezi programı yapmaya karar verdim. Ne London Eye, ne Picadilly Meydanı ne de Portobello Yolu, önce punk’ın doğduğu yere, Camden Town’a gidecektim! Başta karmaşık gelen metro ağlarını kısa sürede çözdüm, yarım saat yolculuktan sonra Camden Town’a varmıştım. Yeraltından yukarı çıktığımda, gözlerime inanamadım zira burada her şey gerçekten punk’tı! Dükkânlar dolusu elbiseler, kürkler, büstiyerler, montlar ve onlara eşlik eden Pearl Jam, Nirvana ezgileri. Tüm bu dekorun içinde 5 sterline güzel yemek yiyebileceğiniz, çeşit çeşit biraları birbirinden bohem barlarda yudumlayabileceğiniz bir kurtarılmış bölge. Dahası, tam bir aylaklık merkezi! Açıkhava pasajlarından geçip vardığınız kanalın bir köşesinde durup yüzü gözü dövmeli, sırtı çengelli, abartılı makyajlı tipleri, parıltılı çizmeleri izlemenin tadını çıkarabilirsiniz. Ben de öyle yaptım, bir yandan Umberto Eco’nun “hiper realite” nosyonunu Camden Town’a uyarlamaya çalışırken ve yeni bir şey bulmuş gibi bundan delicesine zevk alırken, diğer yandan önümden geçip giden görüntü bombardımanının tadını çıkardım. O sırada Türkiye’den uzakta olmanın verdiği hafiflik çok başkaydı, televizyonu açar açmaz oturma odasına doğru patlayan tartışma programlarından “darbeci zihniyet” seslerinin yükselmemesi, her espride “kızlı-erkekli” söyleminin dillendirilmemesi çok başkaydı gerçekten. Kendimi bu uçucu duyguya öylesine kaptırmış olmalıyım ki, gece odama girdiğimde elimdeki poşetin içindeki “acı baharatlı bitki çayı”, aynadaki aksime şüpheyle bakmamı sağladı: “Punk’ın merkezinden çay aldım yani, öyle mi?”
Saatimin alarmını sabah 8’e kurup yattım.
Tıpkı filmlerdeki gibi
Uyandığımda saat 9’du, ya alarm çalmamış ya ben duymamıştım. Bir gün öncesinin “hayatı kaçırma” travması iliklerime kadar sirayet etmiş olacak ki, benden beklenmeyecek bir hızla banyo yapıp giyinerek odadan fırladım. Bu kez Londra’nın “oraya kadar gitmişken nasıl görmezsin”lerini gezecektim ve en yakın mesafeden başladım. Hyde Park’ın devasa bir park olduğunu tahmin edersiniz, kendileri Londra’daki Kraliyet parklarının en büyüğü; bitişiğindeki Kensington Bahçeleri’yle birlikte 249 hektarlık bir alanı kaplamakta. Şimdi “öyle bir alan boş bırakılır mı hiç” diyerek Türkiye’den gitmiş turist espirisi hiç yapmayacağım, ama şehrin göbeğinde öyle bir alanı boş bırakmak için de fazla medeni olmak lazım, değil mi? Gözlerimin sonbaharın en güzel tonlarına doyduğu Hyde Park’ın o güne özel bir sürprizi de vardı: Christmas öncesi kurulan pazar ki içinde atkı- eldivenden elbiseye, takıya, oyuncağa, patates kızartmasından bitter çikolataya kadar çeşit çeşit tezgâh; atlı karıncalara, ayıcık kazanma oyunlarına kadar rengârenk bir şenlik mevcut! Oradan oraya meraklı gözlerle koştururken kafamdan geçen düşünce, buranın tam da en sevdiğim Amerikan filmlerindeki gibi olduğuydu…
Parktan çıktıktan sonra ana cadde önümde dört kola ayrılıyor ve görmem gereken çok yer var. Biraz şansa biraz da haritaya güvenip yola koyuluyorum. Ama şunu peşinen belirteyim: Ünlü mumyalar müzesi Madame Tussaud’ya, dünyanın en büyük arkeoloji müzesi British Museum’a, Kraliyet ailesinin düğünlerinin yapıldığı St. George Kilisesi’ne gitmedim. Buna karşılık Buckhingham Sarayı, London Eye, London Bridge, Big Ben, Royal Albert Hall, Tate Britian, Wentminster Sarayı ve Picadilly Caddesi’nden geçip turist olmanın görevini hakkıyla yerine getirdim: Fotoğraf çektim! (Deklanşöre basarken Susan Sontag’tan utanacak değilim, onun okuru olan şahıslardan da.) Ve yol boyunca tamamen tesadüf eseri, tahminlerimin çok üstünde yerler ve şeyler gördüm. Tate Britian’da, hiç beklemediğim bir anda karşıma en sevdiğim ressamlardan birinin en sevdiğim tablosunun çıkması günün bir diğer sürpriziydi: Lucian Freud, “Girl With A Kitten.”
‘He doesn’t know but he needs me’
İyi ki almışım dediğim spor ayakkabılarımla 9 saat yürüyerek tamamladığım Londra gezisinin sonunda yeniden otel odasındaydım. Akşam yemeğini kentin ünlü bir restoranında, Türkiye’den gazetecilerle birlikte yiyecek olmak güzel.
Oxford Meydanı’nın tam ortasındaki restoran, dışarıdan bakıldığında fazla davetkâr bir gösterişe sahip. Her haliyle bir an önce içeri girip uzun ve konforlu bir masa bulup yerleşme isteğimizi kamçılıyor. Şaraptan hiç anlamam, anlayan bir arkadaş en iyisinden Ajantin şarabı sipariş ediyor. Ardından masaya kızartmalar, nachoslar ve yine kızartmalar geliyor. Sonrasında da devasa bir et. Yanında gazetecilerin “gastecilik” sohbetleri… Mekânın bordoya çalan dekorunu aydınlatan sarı loş lambalar ve fondaki Nina Simone’un buğulu sesinden etrafa yayılan “He needs me/ He doesn’t know it but he needs me”sine, karşı masada hüzünlenen bir kadın… Restoranın içinde bir ruh gibi dolanan şarkı şimdi bana da çarpıyor, şarabın etkisinden mi? Bu gece gerçekten tuhaf hissediyorum, garsona sesleniyorum: “1 top, 3 olsun ya da 5. Ya ben neyse 8 top dondurma alabilir miyim? 6’sı vanilyalı, 2’si çikolatalı lütfen.” Masadaki herkesin gözleri faltaşı gibi açılmış, bana bakıyor. Dondurmanın gelmesini beklerken, çantamdan birkaç saat sonrasına ait dönüş biletimi çıkarıyorum.
--
Meltem Yılmaz
Cumhuriyet Gazetesi
En Çok Okunan Haberler
- Emekliye iyi haber yok!
- Devrim Muhafızları'ndan Suriye çıkışı
- Adnan Kale'nin ölümüne ilişkin peş peşe açıklamalar!
- Dönmek isteyen gençler için şartını açıkladı
- İngiliz gazetesinden Esad iddiası
- 'Seküler müdür kalmadı'
- CHP'nin ilçe başkanından açıklama!
- ‘Kartlar bloke edilebilir’ uyarısı!
- Üniversite öğrencisi, trafikte öldürüldü
- İkinci elde 'Suriyeli' hareketliliği