Beş soru on cevap: Seçim gündemi nereye ilerliyor?

Son birkaç günde yaşananlar, “OHAL’de seçim yapılabilir mi?” tartışmasını güncelleştiriyor. İktidarın, “adil” seçime izin vermeyeceği iddiaları güçlendikçe, seçimi hatta Meclis’i boykot önerileri dillendiriliyor.

Beş soru on cevap: Seçim gündemi nereye ilerliyor?
Abone Ol google-news
Yayınlanma: 14.01.2018 - 22:16

Geçen hafta, “Çare nereden temin edilir” sorularına cevaben, “Çare aranan her alandaki karanlık, tarihte defalarca tekrarlandığı gibi, kendi ışığını da içinde saklıyor. Bu ışık da, bütün imkân pencerelerini açacak olan umudu ve ‘isteme’ iradesini canlı tutmak” yazmıştık. Geçen hafta, hemen her alanda karanlığın daha koyulaştığı gelişmeleri gündeme taşıdı. Hukuksuzluk, mahkeme kararlarını tanımayan hâkimler aşamasına kadar geldi. İktidar partilerinin kurduğu koalisyon, “milli ve yerli” başka bir millet yaratma “vizyonunu” daha açık gösterdi. Bu gelişmeler gündemi nereye itiyor?

- Seçim gündeminin siyasi ağırlığı azaldı mı? OHAL’de seçim yapılabilir mi? Seçim, “oyunu bozarak, oyuna katılma” fırsatı verir mi?

Yaşananlar, “OHAL’de seçim yapılabilir mi” tartışmasını güncelleştiriyor. İktidarın, “adil” seçime izin vermeyeceği iddiaları güçlendikçe, seçimi hatta Meclis’i boykot önerileri dillendiriliyor. Boykot, uygulama ve sonuç almada başarılı örneği az bir yöntem. Siyasi rüştünü veya gücünü koruduğunu gösterme ihtiyacındaki aktör fazlalığı ve -takvim değişmezse- yerel seçimin önce olması da, uygulama zorluğunu artırıyor. Kaybedeceği seçimi yaptırmamayı göze alanların, boykotu neden dikkate alacağı sorusu da boşta.

Seçim odağa alındığında da, “seçimi kazanma” perspektifi, yaşanmakta olanla, “şartlarla” ilişkiyi zayıflatıyor. Haklı bir çare arayışının ürünü olan “seçimi alma” heyecanı, dolaylı olarak şartları “normalleştirme” veya kabullenme sonucunu doğuruyor veya bu eleştirileri haklılaştırıyor. Bir başka zorluk da, seçim gündemini iktidarın belirliyor olması. Fakat, seçim gündeminin kontrolünü alarak, “şartları” da bu gündemin parçası haline getirmek, farklı yaklaşımları ve çabaları pekâlâ buluşturabilir.

- Bütün eşikler geçildi, tüm kapılar kapandı mı? “Üsküdar’ı geçen” yoluna devam ediyor mu? İkinci şans mümkün mü?

AKP- MHP koalisyonunda ortaya konan yaklaşımlar, iktidarın Cumhurbaşkanlığı seçimini “yeni düzen” için hâlâ milat olarak gördüğünü düşündürüyor. OHAL’de fiilen uygulanan “yeni rejimin” tescili için seçim işaret ediliyor. Eşiğin çoktan geçildiği, seçimin bir oyalamaca olduğu iddialarına hak verilse bile; iktidar, yarattığı bu algıyla hiç istemeyeceği bir kapıyı da açık unutmuş (tutmuş) oluyor. “Milli ittifakların” peşinde koşulduğu için, “Atı alan Üsküdar’ı geçti” lafı nihai değil geçici bir zafer gibi duruyor.

İktidarın tescil aracına çevirmeye çalıştığı seçim, muhalefet tarafından “ikinci şans” söylemiyle karşılanabilir. 16 Nisan referandumunda azımsanmayacak karşılık bulmuş olan “itiraz”, rövanş motivasyonu ile tazelenebilir. Dolayısıyla, “yeni sistemi kabullenip” yüzde 50+1’i bulmaya çalışmakla, açık bir “dönüş” programını “ikinci şans” olarak seçmenin önüne koymak farklı sonuçlar verecektir. “İkinci şans” fikri, iktidarı kerhen desteklemenin tek seçeneği olduğunu düşünen seçmenlerde, tıpkı 16 Nisan’da olduğu gibi (belki daha fazla) “pasif” destek bulabilir.

- İktidar ve muhalefet bloklarının birlikte davranma pratikleri aynı olabilir mi? “Birlik” daima daha fazla güç anlamına gelir mi?

İktidar bloku, sayısal hedeflerin öne çıkarılmadığı, moral avantajın (sert bir ötekileştirmenin) hedeflendiği, işbirliği şartlarının ise saklandığı bir “ittifak” süreci yürütüyor. “Beka davası” gibi yüksek bir gerekçe tarif edilerek, hem dar politik hedefler perdeleniyor, hem de muhalefet bloku çeşitliliğinden arındırılarak “tekleştiriliyor”. Siyasi hattı çizip, tarafları tarif ederek, siyasi gündemi daraltıyor. Birlikten daha fazla güç toplayamayacağı için, herkesi “tekliğe” zorlayarak güçten düşürmeye çalışıyor.

Muhalefetin bu yaklaşımlar karşısında, hemen her aşamada tam tersini yapması beklenir. Birlikte davranma şartları konusunda son derece açık davranmak; kendi içinde çoğulculuğu, çeşitliliği örtmek değil zenginleştirmek; birlikten daha fazla “çok olmayı” savunmak; iktidar blokunu da homojen değerlendirmemek hemen sayılabilecekler. Siyasi iradenin tam yansıtılması, fikir hürriyeti ve seçim güvenliği konularında, gelebilecek suçlamalardan hiç çekinmeden ve hemen ortaya konulacak “koşulsuz” bir birliktelik de önemli.

- Tehlikeleri göstererek yürütülecek kampanyalar kime avantaj sağlıyor? Geleceğe dair söylenecekler sonucu nasıl etkiler? 

İktidar, seçmenini “küffara” karşı kendisini savunmaya çağırdığı bir kampanyaya hazırlanıyor. Referandum sırasında zorlama “pozitif” argümanların sonuç vermememiş olması kadar, bu konuda kullanılacak materyal sıkıntısı da bu mecburiyeti yaratmış olabilir. Geleceğe ilişkin umutları kullanarak iktidar olan, mevcut korkuları besleyerek iktidarını pekiştiren, şimdi geleceğe dönük tehditler üreterek iktidarını korumaya çalışıyor. Bunu yaparken de zorunlu olarak korkutucu oluyor.

Korku siyaseti karşısında, dayanabileceği haklı endişeler olmasına rağmen, muhalefetin bilinçli olarak bundan kaçınması güçlü bir karşı duruş olabilir. Eğer illa bazı korkulardan, endişelerden bahsedilmesi gerekiyorsa -ki gerekiyor- bunu “şimdiki zamanla” sınırlı tutmak, “gelecek zamana” fazla bulaştırmamak da bir seçenek olabilir. İktidarın unutturmaya çalıştığı “Güçlü Türkiye” sloganı ve iddiasını seçmene hatırlatmak: “Her şey daha iyi oldu mu, olacak gibi mi” diye sormak seçim gündemini başkalaştırmaya yarayabilir.

- Siyaset gündemi kimin ve hangi iklimin etkisi altında? Gündemi değiştirmenin yolları ve araçları bulunabilir mi?

İktidar, siyaset ve seçim gündemi üzerindeki hâkimiyetini, çatışma alanlarının siyasi kimliklere göre belirlenmesi sayesinde sağlıyor. Bu yüzden sorunlar, kimin dile getirdiğinden bağımsızlaşarak konuşulamıyor. Adalet isteyen de, işini isteyen de, özgürlük isteyen de, demokrasi isteyen de, “buna hakkı olup olmadığına göre” sınıflandırılıyor. Adamına göre hukuk, keyfine göre demokrasi, kendine göre paylaşım mümkün oluyor. Kimlik duvarları aşılamadığı için, kendini yakan, -adresi yanlış seçtiği için değilsesi taşınmadığı için duyulmuyor.

Kimlik duvarlarını aşmanın yolunun, karşı mahalleden aktör temini olup olamayacağı, kimin nerede olduğuna da hattı çizenin karar verip veremeyeceği, Abdullah Gül vakasında gösterildi. Böylesi müdahaleler olmasa da mahalle transferlerinin kimlik duvarlarını aşan ses üretip üretemeyeceği belirsiz. Dolayısıyla, kimlik siyasetini kabul ederek aktörlerle çare bulmak yerine, yeni söz üretmeyi denemek daha gerçekçi duruyor. Basit bir akıl yürütmeyle, kimlik temsilinde güçlü, söz üretmede güçsüz olanla nasıl mücadele edilir?


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon