‘Dayak korkusu Yılmaz Gruda’yı doğurdu’

Şair, yazar, aktör, yönetmen, çevirmen, bir dönem reklamcı... Bir koltukta çok karpuz Yılmaz Gruda’dan ‘taş baskı’ bir sevda romanı Sımayıl ile Razıya. Bugün yerinde yeller esen “ah güzel İstanbul”un bir kenar mahallesinde yaşanan, dillere destan bir sevdanın romanı. Üstelik sosyolojik bir alan araştırmasıyla iç içe… Gel de Gör mahallesinin işporta kasetçisi Sımayıl ve onun yangını güzeller güzeli Razıya. Ünlü aşk hikâyelerinin rengârenk bir gecekondu versiyonu… Yılmaz Gruda ile Sımayıl ile Razıya’yı konuştuk.

‘Dayak korkusu Yılmaz Gruda’yı doğurdu’
Abone Ol google-news
Yayınlanma: 09.12.2020 - 23:57

‘HAMLE ET YA KAFİR!’

- Her ne kadar bugünkü kuşak sizi daha çok aktörlüğünüz ve yönetmenliğinizle tanıyor olsa da, sanat yaşantınız edebiyatla başlamıştı. Şiirler yazdığınızı, romanlarınızın olduğunu biliyoruz. Epey bir zaman sonra yeni bir romanla okurlarınızın karşısına çıktınız. Ne söylemek istersiniz?

Sorunuza cevap olarak, ilk ağızda: Gelin, ‘okurlarının karşısına yeni bir romanla çıkan;’/ ‘bir koltukta çok karpuz’ Gruda’nın sanat yaşamını, daha bir ‘ayrıntı’lı ve dahi, sorularınızın cevabını tümüyle karşılayacak, ‘alt-katman’ı görmek üzre; şu ‘ezber-söz’ü kullanıp, bandı geriye saralım- demek isterim.

Bandı geriye sarıp da baktığınızda, karşınızda bir ‘Korku’nun varlığını görürsünüz: Falaka dayağı yeme korkusu!... Bu korku’yu yaratan -nûr içinde yatsın!- Babam: ‘Mütedeyyin ve Kuralcı! (2003 yılı Cumhuriyet Gazetesi-Yunus Nadi Ödüllü ‘Marathon’ adlı kitabımda uzun uzun sözünü etmiştim!)…

Ülke 30’lu yılları kovalıyor… O dönemde kitap falan pek yok! Gazetelerde tefrikalar uçuşuyor… Bu arada, Hz. Ali, Hz. Hamza gibi, Müslümanlığın yayılma dönemindeki kahramanları işleyen tefrikalar da oldukça gözde.

Babam, pat diye, Hz. Hamza tefrikalarına tutuluverdi: Gazete geliyor önüne, -Arnavutluktan göçmen!- biraz da zor okuyor!… Tefrika, Hz. Hamza’nın, bir cenk’te yalnızca, kılıç sallama eylemini ‘ballandırma’sıyla bitiyor!... İkinci sallama, ertesi tefrikada! Bir, üç, beş... Kılıç sallama, bir türlü bitmek bilmiyor!...

Gazeteler malum, tiraj derdinde! O dert de, nerdeyse babamı deli edecek! İstiyor ki, Hz. Hamza’nın cengi, o gün başlayıp, o gün bitsin!... Çare diye dönenirken, bir gün bakıyor: Yaşım 10 civarlarında ama, ses, handiyse 15’lerde! Yıllardır da ‘âşinâ’ ama, hiç ‘alıcı kulağı’ ile dinlememiş; ‘Çocuk işte!’ deyip geçiyor…

Çocuk ise, gece 4’lerde uyanıyor: Yastığa oturup: “Çukuu! Yukuu!” diye bağırıyor… Bütün apartmandakiler de uyanıp, ellerinde çukulatalar, bonbonlar: “Susturun şu herifi!” diye aşağıya koşturuyor!... Tabii çocuk da, ‘şölen’i görüyor ya; her gece aynı bağırtı. Apartman halkında uyku yok!

Nihayet dayanamayıp, ev sahibine: “Ya bu herif gider; ya biz!” diye dayatıyor! Ev sahibi de babama: “Bak ustacığım, bu senin bağırtkan herifin yüzünden apartman boşalacak! Götür Allah aşkına başka bir eve!” diye dayatıyor!… İşte, bende öyle bir ses!...

Başka bir evde babam, bu ses’in yanına; o dönemdeki etkin eğitim seferberliğinden ötürü, bir de benim, okuma-yazmayı hızla sökmüş olduğum ‘mucize’sini ekliyor… Bu olgudan kalkarak, gidip sahaf’lardan, Hz. Hamza’nın, her bir cenginin tamamının yer aldığı kitapları satın alıp, önüme koyuyor. “Oku bakalım borazan!”

“Ama baba, dersler?” bahanesi mümkün mü?... Bir yaramazlık yaptığımda ‘tokat falan, perakende dövmüyor. Birkaç dükkânı var. Çıraklarla geliyor eve. Falakaya yatırıyorlar. Ardı malûm! Öyle bir düzeni var!...

Hz. Hamza’yı okuya okuya; ben de, nerdeyse, Hamza’laştım! Çocuklardan biri ters bir lâf etse, kılıç aranıyorum! Olacak gibi değil. Ailenin büyüklerine yalvardım: “Aman ara verdirin. Ders çalışamıyorum.” dedim. Hak verip, razı ettiler. Amma ki, “Oh be!” demem, çok sürmedi. Bir gün, haber saldı: “Bu gece bir Hz. Hamza Cengi okunacak!” Haydaa!…

Evde, Hz. Hamza Cengi falan yok! Derslerdi, oyundu deyip, hepsini sahaflara götürüp satmışım! Gidip, satın almam da mümkün değil; para yok! Ufukta da korkunç bir falaka ‘şölen’i!... Çare diye dönenirken, birden aklıma düştü: Allah’tan yazı falan sökmüşlüğüm var ya; bellek de fena değil, aldığım not’lardan çıkarsıyorum!...

Oturup, aklımda kalanlarla; hemen dükkânlarımızın yanı başındaki sinemaya, dakka başı girip çıkmışlığımın kalıntılarıyla, bir Hz. Hamza Cengi yazdım! O sattıklarımdan kalma, bir kaba sardım… Geldi; tüm ‘klan’ı da çevresine alıp, koltuğuna oturdu: “Hadi; ver gelsin Borazan!” dedi…

Benim yazdığımı anlamasın diye, uzakta durup, başladım okumaya: 2 cümle geçtim geçmedim: Haydaa, sesimde bir revnak, bir tonlama’lar! Korku’ya bak; sesimi kullanma hüneri getirmesin mi? Hz. Hamza’ya, ‘davudî’ sesi veriyorum; ötekilere, inceli-kalınlı ‘mıy-mıy’ sesi... Bir yandan da, elimi kolumu kılıç eyliyorum… Öylesine bir etki yaratıyorum ki: Evin içinde, gürül gürül, bir yandan zılgıtlar, bir yandan “Hamle et yâ kâfir!” ünlemleri… Hani, evde kılıç falan olsa, babam sokağa fırlayıp, İslâmiyeti pekiştirecek!…

O sırada, piyasada Kerime Nadir, Şükûfe Nihal, Etem İzzet, Peyami Safa (Özellikle Cingöz Recai’si.) ve şu anda anımsayamadığım yazarlar, gözde olmaya başlamıştı… Bizde ‘roman’ olgusunu sürgite dönüştüren, unutulmayacak yazarlardı onlar!…

Derken, Mahmut Makal’ın “Bizim Köy”ü patladı! Ben de şiire bakıyorum; ama, yazdım ya, roman daha çok ağır basıyor kafamda. 10. yaşı kovalarken; dönemin yerli ve yabancı romanlarını da okuyorum durmadan…

Bir gün: “Yahu, benim de roman yazmışlığım var; hem de evi sarsan bir roman! Bir deneyeyim!” dedim. Makal’dan edindiğim izlenimler çerçevesinde “Memo” adlı bir roman yazdım! Birkaç kez yırt at! Sonuncusunu, o zaman daktilo filan yok; pelür kâğıda aktarıp, Köy Enstitüleri, Makal falan esintisiyle, Solcu’yum ya; okuduğum sol dergilerden birine gönderdim!...

Haydaa; ilk bölüm yayınlandı! Derken, 2. bölüm. 3.yü göremedim, dergi kapandı! Kırıldım biraz tabii!... “Memo, adından da belli, bir ‘köylü’ kahramandı… Romanın içerdiği ‘tema’yı önemsemiştim: “Memo’ya Mektuplar” başlığı altında, şiire dönüştürdüm…

O dönemde, alttan alta Nâzım Hikmet okunuyor. O büyük Usta, bizleri de şiire yönlendiriyor. Birkaç düzeltme… “Yağmur ve Toprak” diye bir dergi yayınlanıyor. Gönderdim: Yayınlandı! Memo’dan itibaren, yürüdüm şiirin üstüne: Varlık’ta yayınlanıyor. Şairler Yaprağı, Kaynak, Yeditepe, Yücel, Yeni Ufuklar: ‘Hep tek başlık altında, en az 5’i, 6’yı bulan şiirler… Sürdü gitti. Bugünlere kadar geldi ve sürüyor...

Şimdi o “Dayak Yeme Korkusu’nu ayrıştıralım.

O korku: 1) Romancılığın; 2) Oyun Yazarlığı’nın; 3) Şair’liğin; 4) Sinema / Dizi ve Sahne Oyunculuğu’nun, Yönetmenliği’nin ip uçlarını taşıyordu… O ip uçlarının peşini bırakmadım: 4 romanım yayınlandı. İki roman, elde hazır. Tezgâhta, koşut yürüyüp, bitmek üzere olan iki roman….

İkisi (O unutulmayacak Sivas Madımak Oteli Yangını’nda yitirdiğimiz nice değerli varlıklardan biri olan usta şair “1999 yılı / Dr. Behçet Aysan” ve “2003 yılı / “Cumhuriyet Gazetesi-Yunus Nadi ödüllü) 7 şiir kitabı… (Biri ABD / Utah olmak üzere) 6’sı Uluslararası ödüllü 200’ü aşkın sinema ve dizi ile 4’ü ödüllü 150’yi aşkın oyunculuk; bir o kadar da yönetmenlik…

‘Ne söylemek istersiniz?’ sorunuza uzun bir karşılık oldu ama, sanat yaşamım bağlamında, tekraren: daha bir aydınlatıcı oldu!

- Sımayıl ile Razıya, “taş baskı” bir sevda romanı. Bu taş baskı esprisini sormak istiyorum, zira romanın içinde de geçiyor. Eski halk masallarına bir gönderme sanırım…

Evet, bu taş baskı esprisi, Kerem ile Aslı, Yusuf ile Züleyha, Arzu ile Kamber gibi, eski halk masalları’na gönderme… Ben bu eski halk masallarını, daha doğrusu, sevdâ romanlarını, yıllar önce, çoğunlukla büyük / ünlü camilerimizin çevre ve avlularında, roman adlarını bağıra bağıra satan seyyar kitapçılarda gördüm. Tümünü sarmalayan o ‘naiv’, nerdeyse çocuksu yapıya, deyim yerinde, sevdâlandım ve anımsadığım kadarıyla 3 romandan da aldım. Hemen yakındaki bir kahveye oturup, incelemeye koyuldum:

Diyelim “Sımayıl ile Razıya”nın ebad’larında, kalınca bir kartonumsu kapağın, sepya / soluk kahverengi zemininin, en üstünde kitabın adı. Adın hemen altından başlayan, âşık ile mâşuk’un, kitapta yer alan yüz ve giysi tanımlarına uymaya çalışmış bir elin ‘cızdığı’ -diyelim- resimleri…

Çevirin kapağı: Karşınızdaki sayfaya bir süre bakın. Edindiğimiz ilk izlenim, -tekraren: - ‘naiv’ bir oluşum. Ve kendimizce çözümü:

Elimizde, elbette ki kapak ebadında, birine A, diğerine B dediğimiz, iki taş parçası… A’nın bir yüzünde, baskı oluşturacak bir tutamak var. Öbür yüzüne ise, ilk sayfanın, bütün sözcükleri kazınmış… Bir yüzü, sert bir zemin üzerine oturtulmuş B’nin, öbür yüzünde ise, 3. hamur kâğıttan bir sayfa…

Bütün sözcükleri mürekkeple sıvanan A, götürülüp, B’nin taşıdığı sayfa üzerine konuyor. A’nın üzerindeki tutamağa, iki elle baskı!... Kısa bir beklemeden sonra A, kâğıttan kaldırıldığında, kimi harflerinin mürekkebi, az da olsa, yayılmış sözcükler, yer yer taşın gözenekleri, pütürleri…

İşte size, böyle böyle sürüp giden taş baskı kitap!... Aslında Gutenberg, aynı minvâl üzre kotarmış icadını. Yalnız, taş yerine, ‘temiz-iş’ veren metal parçası kullanmış.

‘İNSANA DİRENÇ VEREN AŞK!’

- Sımayıl ile Razıya’nın aşkı aslında bir roman gibi anlatılsa da aslında sosyolojik bir alan araştırmasının içinde yaşanan bir olgu. Mikdat Hoşgörür adlı bir akademisyenin çalışması. Mikdat Hoşgörür’e ilginç gelen bu aşkın kendisi mi yoksa yaşandığı bölge mi?

Mikdat Hoşgörür ‘e… Onca yokluğun, yoksulluğun, uykuları didik didik eden, yürek buran yarın endişesi’nin, özlemlerin, o beton okyanusu’nun ortasında, gecekondu’lardaki yığışımın; güzel günlerin kapısına omuz vurup geri püskürtülen’lerin, savrulanların yaşadığı… Mutlaka ‘Gelip de Görülmesi’ gerekilen yerde / bölgede bile, insana güç katan, direnç veren aşkın -kendisi’nin- hâlâ varoluşu ilginç gelmiş… ve bu ilginç olguyu, saptadığı ‘Karşı Roman’ ögeleriyle “opus 1 / ilk yapıt”ında sergilemiştir…

- Anlatıcımız Mikdat Hoşgörür, çalışmasına artık o eski İstanbul’un olmadığını söyleyerek başlıyor. Aslında son yıllarda daha sık tekrarlanan bir ezber halini aldı diyebiliriz ama yine de sormak istiyor insan, gerçekten İstanbul yok mu artık?

Evet, söylemek gerek, kimseleri küçümseyerek de söylemiyorum, anlattığım üzre, küçük ölçekli bir Anadolu oldu şimdi İstanbul!... Bir de buna, Taksim, Cihangir ve çevrelerini, nerdeyse “Al Arabiya” kılmış insanları da ilâve edin!

- Sımayıl ve Razıya İstanbul’un bir gecekondu semtinde yaşıyorlar. Ancak bu semt oldukça değişik. Görece “geçmişte kalmış” bile denebilir. Çünkü hem Anadolu’nun çeşitli şehirlerinden insanların yaşadığı bir semt hem de eski İstanbulluların da görüldüğü bir semt. İsmi de oldukça enteresan “Gel de Gör”. Biraz masal atmosferi yaratmak için mi bunu kurguladınız, yoksa başka bir amacınız mı vardı?

Eski İstanbullu’ların, az da olsa, yaşadıkları; benim… ayrıntıları romanda var zaten… ‘yaşanılan yer ve yaşayan kişiler’ bağlamında “Gel de Gör” adını verdiğim bu yerler, yeşilliklerin sarmaladığı, asûde, şehrin dağdağasından uzak yerlerdi. Bilinen nedenlerle göçenler de bu asûde, bir açıdan, eşittir: bu ‘boş’ yerleri mekân eylediler!... Bir masal atmosferi yaratmak değil, somut bir gerçeği dile getirmekti amacım.

- Daha önceki romanlarınızda kullandığınız bir ifade “karşı roman”. Yapısı itibariyle baktığımızda Sımayıl ile Razıya da bu çerçevede değerlendirilebilecek bir roman. Neden böyle bir ayrım yapıyorsunuz? Nedir karşı roman?

Gelin, biraz ‘sohbet’ çerçevesinde konuşalım: Bana göre roman… her sanat yapıtı da öyle olmalı… çağımıza, gerekirlerine uygun; hızla, vermek istediği ‘mesaj’a giden, etkin, vurucu olmalı!...

Adam, bir ‘şey’i anlatmak için, 20 sayfaya çakıyor bizi! Birini 3- 4 sayfada götüreceği yere, 10 sayfa dolaştırıyor! Bir tutam bal için, bir torba, odun / kıymık yüklü keçiboynuzu koyuyor önümüze! “Yahu, yaşama, insanlara bir bak! Adamlar mak-muk sandâviç yiyor! Uzun okumaya da tahammülü yok!... Sanatçı olarak görevin ne? ‘Mesıc’ vermek değil mi?... Ee, ne zaman vereceksin; atacak romanı!” İşte, ben bu yaklaşım’a karşıyım!...

Ben ‘Lâfın uzunu, aptala söylenir!’ halk deyişine yaslanan; hattâ, yalınkat söylersek, kimi olguları, birden öne çıkaran / birden geri çekip ‘teaser’a / merak’a alan Brecht’yen vurgulamalar, göndermeler yapan… Dakka başı değil!... Gerektiğinde kullanılan metafor’lar, benzetme’ler, örtüşme’ler; kısa, vurucu cümlelerle çerçevelenen olaylar, olgular, oluşumlar; ironik ögelerle süslenmiş, bellekleri kullanılır duruma getiren; giderek, düş gücünü artırıp, zenginleştiren ve en önemlisi, ‘sonuca değil, sonuca nereden geldiğin’ sorusuna gönderen bir roman yaklaşımı!..

- Romanın kimi kısımları adeta birer geleneksel seyir sanatlarından “sahneler” gibi kurgulanmış. Karagöz-Hacivat’ı andıran kısımlar olduğu gibi, normal akış içinde bir yan sahne kurulup sonlandırıldıktan sonar ana konuya geri geliyoruz. Sımayıl ile Razıya’nın oyun olarak da sahnelenebileceği anlamına mı geliyor bu, yoksa kurgu içinde yapmak istediğiniz bir deney miydi?

Sorunuzun taşıdığı “romanın geleneksel tiyatro oyunlarının kimi ögelerini içerdiği “çıkarsamanız doğru.

Amma cevaba geçmeden önce de, geleneksel tiyatro bağlamında kimi olguları, belleklere göndermek isterim doğrusu!

Ben geleneksel tiyatromuzun, halk ‘ritüel’lerimizin sevdâlısıyım!... Bu iki yönden de, akıl almaz bir zenginliğe sahibiz: Hem türler, hem de türlerin kendi içerikleri açısından Batı, ardımızdan nal toplar!...

Örnekse, Karagöz-Hacivat, yalnızca bir gölge oyunu değildir! Bütün İmparatorluğun eksiğini gediğini; bu olguları yaratanları hallaç pamuğu gibi atan, Batı’nın ‘kabare’ dediği türü de içerir!... İonesco’nun öncüsü olduğu ‘uyumsuz / saçma tiyatro’ konusunda ders verir!

Ortaoyunu, Batı’nın vodvil’lerine, bulvaresk’lerine; tekerleme’leriyle , ‘sürrealist’lere taş çıkartır!... Brecht’i ve ‘yen’leri: ‘yabancılaştırma’ ögesi ağırlıklı ‘göstermeci tiyatro’ bağlamında yaya bırakır!... Şimdilerin, ‘tek’ bir konu peşinde koşturup duran stand-up’çılara ‘Meddah’, ayrı konularla, ayrı kesimlere seslenen, en az 6 adet dram- komedi skeç’leriyle parmak ısırtır!...

İşte ben, “geleneksel tiyatro’dan, Batı bağlamında bir bir sonuç alınamaz!” saçma düşüncesini ‘ofsayd’a düşürmek için, ilk olarak, M.Cevdet Anday Oyun Yazarlığı Büyük Ödülü’nü kazanan “Kavuklu Hamdi“ ile “Sımayıl ile Razıya”yı, romanda olduğu gibi, geleneksel ögelerle… Mikdat ile Alan Araştırması ögeleri hariç; ki, onlar ‘roman-yapısı’nı oluşturur… “Kasetçi” başlığı altında ‘oyun’ olarak yazdım. Devlet Tiyatrosu repertuvar’a aldı ve geçen yıl da Konya Devlet Tiyatrosu’nun yanı sıra, çevre illerde, dolu salonlara oynandı!

Ve oyun, roman kurgusu içinde, yine çıkarsadığınız üzere, ‘kendiliğinden’ bir deney oluşturdu.

- Başka ilave etmek istedikleriniz varsa lütfen?

Gösterdiğiniz… söylemem gerek… bu ‘hızlı’ ilgiye, kendim ve Kırmızı Kedi adına çok teşekkür ederim.

Sımayıl ile Razıya / Yılmaz Gruda 0 Kırmızı Kedi Yay. / 128 s.


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler