‘Dört nokta arasındaki düzlemde bir usta’

Ersin Alok fotoğrafçılığımızda doğru temelleri kurmuş bir usta. Engin Özendes’in deyişiyle “Tek yönüyle bakmayan bir insan.” Ersin Alok fotoğraflarından bir seçkiyi “Bir Fotoğraf Ustası Ersin Alok” adıyla yayımladı. Bu önemli yayın üzerine bir değerlendirme sunuyoruz sizlere. Kitabı, yazının sonundaki adresten edinebilirsiniz.

‘Dört nokta arasındaki düzlemde bir usta’
Abone Ol google-news
Yayınlanma: 10.03.2016 - 12:00

“Söyleşim ancak eşitler arasında olur” diyor Tahsin Yücel. Belli ki eşitliğin tanımını yalnızca birikimin eşitliği olarak sınırlamıyor. Dünyaya bakışta, yaşamı algılamakta da eşitlik kurulabilir karşımızdakiyle. Ersin Alok’la Şükran Sabanuç bir kitap boyunca söyleşiyorlar. Uygar iki insan olarak başlayıp giderek dostluğa dönüşecek bu usta-çırak ilişkisini eşitlik içinde sürdürüyorlar. Konu: Bir Fotoğraf Ustası: Ersin Alok. O, soruları, “Güzel bir soru!” deyip yanıtlamaya başlayanlardan değil. Çünkü gönül almaya çalışmayacak denli eşiti sayıyor Şükran Sabanuç’u, alçakgönüllülüğünü övgüde değil, içtenliğinde ortaya koyuyor.

Ersin Alok, öncelikle dağların, doğanın fotoğrafçısı. Onu çoğumuz yalnızca fotoğrafçı olarak tanıyoruz ama söyleşiyi okudukça, onun kendi sözleriyle yaşamına bir adım daha yakınlaştıkça bu dar bilgimizi genişletecek nice ayrıntılar bir şölene dönüşüyor. Dağların onu çağırışını şöyle anlatıyor:

“Ersin Alok: Tanrı Dağları’na gittim, Tamgalı’ya, Çin’e gittim, dağlarda dolaştım. Tamgalı kayaüstü resimlerini ellerimle buldum, üç bine yakın fotograf çektim. O dağda yalnız başıma yattım. Madem dağcıyım, ben bunun için varım; yani ben bunun için oluştum, çünkü orada yaşamın gizemi var. O tarihte resimler yapıldığı zaman, adam orada o gizemi söylüyordu.

Şükran Sabanuç: Yalnızca susuzlar suyu bulmaz, su da susuzları bulur, diye bir söz var, sanırım öyle bir şey bu.

Ersin Alok: Çağırıyor gidiyorsun. Ve ben de gittim. Güney Afrika’da Captown’dan doksan kilometre kuzey doğuya giderek oradaki kayaüstü resimlerini gezdim tek başıma. Ben mağaranın içindeydim, epey bir ötede, bir aslan mandayı parçalıyordu. Yani ‘Fırlayayım gideyim!’ demedim. Adam yıllar önce buradayken de aslan gelmemiş, gelememiş. Neden; adamın yaptığı, ettiği, seçtiği yerden içeri aslan giremiyor, belki gelecek ama giremiyor içeri. Ben demiyorum, bunu senelerce oturmuş o adam söylüyor.”

İLKGENÇLİK VE SANAT ORTAMINA GİRİŞ

1937’de doğan Ersin Alok nerdeyse daha çocuk yaştayken sanata, özellikle de resme yöneliyor. 1953’te, 16 yaşındayken Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nde ilk yağlıboya resim sergisini açıyor. Konu: Dağlar. Söyleşide Şükran Sabanuç, onun bu ilk ilgi alanından, resimden başlıyor konuşmaya, “Fotoğraf sanatınıza resmin etkisi nedir?”, diye soruyor.

“Fotografın kendi içindeki dengelerini sağlayabilmesi için resmin kurallarından yararlanması gerektiğine inandım. Çünkü bir fotografı sonuçlandırdığınız zaman, kendi beğeninize ve çevrenizdekilerin beğenisine sunuyorsunuz. Bu da anlatımınızda estetik kuramların yerinde olmasını gerektiriyor. Yani bir ifadenin ortaya çıkabilmesi için dünyada milattan binlerce yıl önce başlayan ilk resim sanatının günümüze kadar getirdiği çok önemli bir unsur olan altın ölçünün, üç lekenin ve dört nokta arasındaki giriş ve çıkışları organize eden estetik ritmin yerinde olması gerekiyor.”

Ersin Alok önce Edebiyat Fakültesi’nin Psikoloji Bölümü’nü, ardından gazeteciliği bitiriyor. Lape Akıl Hastanesi’nde çalışmaktayken buradan ayrılıp yıllarca gönülden bağlanıp kopamayacağı fotoğrafçılığa profesyonel adım atıyor. Böylece onun fotoğraf sanatına bakışını yönlendirecek kimi alanların eğitimini de almış olarak giriyor işin içine. Ama çok ilginçtir ki psikoloji, gazetecilik gibi doğrudan İnsanı konu alan bu alanlara böylesine yaklaşmasına karşın, o gene de konu fotoğraf olunca daha çok doğadan yana kullanıyor hakkını. İçtenlikli bir nedeni var bu seçiminde Alok’un:

“... bir insanı sergilediğiniz zaman bir ‘insanı’ sergiliyorsunuz. İnsan yaşanır, insan bir emtia değil ki. Ben insanı yaşamayı seviyorum...”

Sanat yaşamına etkin olarak katıldığı 60’lı, 70’li yılların Türkiyesi’ni, dönemin önemli aydınlarını anımsayalım: Cemal Reşit Rey, Abidin Dino, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Adnan Benk, Şahin Kaygun, Berna Moran, Vedat Nedim Tör, Sedad Hakkı Eldem...

SEDAD HAKKI ELDEM’LE ÇALIŞMA VE MİMARİ FOTOĞRAF

Ersin Alok bir bölümünü sıraladığımız kişilerin çoğuyla yakınlık kurmuş ve bu yakınlığı hep yaratım çevresinde güçlendirmiş bir Cumhuriyet aydını. Toplumsallığın olmazsa olmaz sayıldığı bu yıllarda yan yana, birlikte üretiyorlar. Aralarındaki dostluk ağı aynı zamanda bir düşünce alışverişi demek. Bu açıdan birçok örnek çalışmaya tanık oluyoruz bu söyleşide. Örneğin Sedad Hakkı Eldem’le bir ortak çalışma. Sedad Hakkı Eldem, -Türkiye’nin adı önde gelen araştırmacı mimarlarındandı- kitaplarından birinin (Türk Mimarî Eserleri) fotoğraflarını Ersin Alok’un çekmesini ister. İkinci görüşmelerini, bu görüşmede Eldem’in titizliğini, özenini gülümsetici bir biçemle şöyle anlatır Alok:

“- Sedad Bey, birtakım yerleri çektim, seksen altı yerden on bir yer çalıştım, görmenizi istiyorum.

- Hay hay dedi, Gümüşsuyu’ndaki evine geldim. Sedad Bey çok enteresandı; kendi masanın uzun kenarına oturur, seni kısa kenara alır, önüne resmi koyar, öyle bakardı. Pat! Resmi yere atar. Allah allah, yanlışlıkla herhalde, masanın yan tarafına koyacağına... Fotografa bakıyor, çok hoşuna gidiyor, herhalde aşağıya düşüyor. Ben kalkıyorum, düşenleri topluyorum, o habire aşağı atıyor. Arada bir iki resim var, o bir iki resmi göğsünde tutuyor. Bir eline alıyor, sonra öbür eline, yine atacaklarını atıyor filan. 18/24 basılmış iki yüz kare fotograf götürmüştüm, sonunda Sedad Bey’in göğsünde altı tane fotograf kaldı. Dedi ki, “Olmamış”. Allah allah olmamış ne demek, ben çok kızdım, fotografları topladım. Masasının kenarında uzun kalemler var, bir kâğıt aldı, bir de fotograf çıkarttı bana. Biz fotografa bakıyoruz, baktığımız yer çok enteresan, Çifte Minareler, Sivas. Bir beyaz kâğıt koydu benim önüme, tersten çifte minareleri hangi açıdan görmek istediğini çizmeye başladı. Tersten! Onların hepsi bende duruyor, hatta o kadar ki köşede bağlamalar için çıkıntılar, o çıkıntıların üstünde de çeşitli sembolik hayvan ya da çiçek motifleri var. Onları bana göre, tersten çiziyor. On tane fotograf seçti o toplantıda.”

Bir anıyı sanki anlatmaktan çok bir çırpıda algılanacak bir kare fotoğrafa dönüştürüyor Alok. Çünkü onun için anlatmak “fotoğraf çizmek” demek, kendisi de böyle adlandırıyor. “Mimar görüşüyle bana mimari fotografın ne olduğunu öğretti” dediği Sedad Hakkı ile yaptıkları ortak kitaptan sonra mimarlık konusu, yapı kavramı, yapıdan ayrıntılar, bu ayrıntıların soyut resmi çağrıştıran gizemli yüzleri Ersin Alok için çok önem kazanacaktır. Dağlar gibi gene insansız ele alınabilecek bir alan daha açılmıştır önünde.

Mimari fotoğraf için kendi deneyimlerinden yola çıkıp şöyle bir yol öneriyor fotoğrafçılara:

“Oraya git, kendine kovulmadan işlerini yapabileceğin bir yer ayarla, yani mevkiini seç, orada yaşamaya başla, çekmek istediğin mimarinin karakterini gör. O karakterin diğer karakterlerden farkının ne olduğunu ilk önce kendin için yaz. İki, üç gün dolaş, üç gün sonra o yazdığını bir kez daha oku.”

Şükran Sabanuç’un yazınla fotoğraf sanatını yan yana getirdiği, ilginç sorularından biri:

“Şükran Sabanuç: Adnan Benk’in çıkardığı Çağdaş Eleştiri dergisi vardır; orada, Tahsin Yücel, Nuri İyem’le yaptığı bir söyleşide şöyle soruyor; ‘Melih Cevdet ‘Önce bir ses bulurum, şiir ondan sonra gelir’ diyor. Siz önce neyi bulursunuz? Yapılmamış resmin, örneğin nesini görürsünüz?’ Ben de size aynı soruyu yöneltmek istiyorum; Siz önce neyi bulursunuz? Çekilmemiş fotoğrafın, örneğin nesini görürsünüz?

Ersin Alok: Benim için önce çekilmesi gereken fotografın kendi değil mekânı önemlidir. Ben bir mekânın içinde yaşıyorum, mesela ayda yaşasam ne kadar güzel olacak, ben dünyada yaşıyorum ve yaşadığım bu dünyada neyle ilgiliysem o konunun ilk önce mekânını seçmek durumundayım. Mekânı olmayan bir yerde fotograf olmaz, dolayısıyla fotografı o mekânın içinde görmek üzere kendimi organize ediyorum. O mekânı bulduktan sonra neyi ve nedenleri yan yana getirerek bunun kimlere ve nasıl aktarılacağına karar veriyorum, sonra “yanlışlıkla” deklanşöre basıyorum ve iş bitiyor. Yani fotograf çekmek işlemi, işin aslında mekanik ve elektronik bir bölümü, yani onun organizasyonu herkesin yapacağı bir iş ama demin sana söylediğim şartlar altında o mekânın içinde neyi, ne zaman, nasıl ve kim için çekeceğini planlamak fotografçının işi.

- Yani tam tersi... Siz önce şiiri bulup ondan sonra sesini getiriyorsunuz. Aynı söyleşide Enis Batur ‘Melih Cevdet’in ses dediği belki mekân(dır)’ diyor.”

BEŞİNCİ PARİS BİENALİ’NDEN BÜYÜK ÖDÜL

Gene 60’ların sonuna dönecek olursak: O yıllarda Fransa’dan onu çok şaşırtan bir de büyük ödül gelecektir. 1967’de Beşinci Paris Bienali’nde “Boynuzlar ve Gerçek” adlı fotoğrafıyla birinciliği almıştır. Ödülü öğrendiği anları, sonrasını, Fransa’da kaldığı süre içinde yaşadıklarını özetlemekle olmaz çünkü o günleri onun kendi sözleriyle, kendi şakacılığıyla, gündelik yaşamı tiye alan o tınısıyla gerçekten söyleşiden okumak gerek.

Alok’tan altı yıl önce yontucu Kuzgun Acar da yontularıyla Paris Bienali’nin Büyük Ödülü’nü almıştı. Ferit Edgü, Kuzgun Acar’ı anlattığı bir yazısında onun aldığı bu ödülden söz ederken biraz da hüzünle, şöyle diyor:

“Bir sanatçının uluslararası niteliğe ulaşması için, ilkin ulusal bir niteliğe kavuşması, önemsenmesi, kendi ülkesinde değerinin bilinmesi gerektir. Kendi sanat ve kültür değerlerinin farkında olmayan bir ülkenin sanatçısıydı Kuzgun” (1).

Kuzgun Acar’ı çok erken yitirdik ama onun gibi kendini uluslararası alanda kanıtlamış olan Ersin Alok çağdaşımız; üretmeyi, yaratmayı sürdüren bir sanatçı. Bu açıdan ülkemizin yetiştirdiği bir değeri biraz daha yakından tanımak olanağı önümüzde duruyor. İşe onun ilgi alanlarından başlansa nelerle karşılaşırız, diye sorsak: Önce resim, sonra fotoğraf, psikoloji ve gazetecilik eğitimi, su altı fotoğrafçılığı, dağcılık, eğitmenlik. Ersin Alok her şeyin önüne yaşamayı koyarak “İnsan yaşanır” diyordu söyleşide. Mimari fotoğraf için de aynı şeyi önerdiğini biliyoruz: “Orada yaşamaya başla,” diyordu öncelikle. Her yerde, her biçimde, yaratarak “yaşamak” onun yaşam ilkesi. Bu yüzden dağların doruklarından okyanusların en derinine dek önce yaşıyor, yaşarken üretiyor ve aktarıyor.

VE SON SERGİ, PORTRELER…

Ve Ersin Alok onu sevenleri, onun yapıtlarını hazla izleyenleri şaşırtmayı da çok seviyor. Yazının başında “Ersin Alok, öncelikle dağların, doğanın fotoğrafçısı” demiştik. Ama bugünlerde çok önemli yüzlerin portrelerini ortaya çıkardı. Yıllarca sabırla sakladığı siyah- beyaz çekilmiş bu portreleri şimdi, 2016’da sergilemeye karar verdi. İstanbul Fotoğraf Müzesi’nde 18 Şubat’ta başlayan sergide Cemal Reşit Rey, Münir Özkul, Muvaffak Uyanık, Aliye Berger, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Halikarnas Balıkçısı, Ece Ayhan, Müştak Erenus gibi dönemin önemli birçok yüzünün portrelerini ilk kez gün ışığına çıkarıyor. Üç bölümlük bu kapsamlı serginin bir bölümü “Portreler” adı altında sunulmuş. Cevat Şakir’in uçuşan saçlarını, Aliye Berger’in kameraya çevrilmiş bakışlarını, Altan Karındaş’ın kara bir kalemle koyulaştırılmış gözlerinin içinden bize yansıyan büyük bir sahne deneyimini ve daha birçok ayrıntıyı bu kez Ersin Alok’un aracılığıyla görebileceğiz. İnsanı kendi yapan yüzündeki o çok gizli, küçük ayrıntının, çok özel bir mimiğin ancak yetkin bir yaratıcının kamerasıyla yakalanabildiğini düşüneceğiz belki de.

Türk fotoğrafçılığının önemli adı Ersin Alok bu kez bize bir göz kırpıp “İnsan yaşanır” yerine “İnsan çekilir de” diyor, hiç elinden düşürmediği makinesini göstererek.

Bir Fotoğraf Ustası: Ersin Alok/ Peyman Şükran Sabanuç/ Alok Production Yayınları/ 200 s.

(Alok Production, Beyoğlu, Postacılar Sokak 80050 / İstanbul, Tel: +90 212 249 13 09)

(1) Görsel Yolculuklar, Ferit Edgü, YKY, 1. Baskı, İstanbul, 2003. s. 162.


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon