Gidişiyle hayatımız yoksullaştı

Türk edebiyatının seçkin yazarı Demir Özlü’yü kaybettiğimiz 13 Şubat’tan bu yana anılar film şeridi gibi gözümün önünden geçiyor. Birkaç hafta önceki son telefon konuşmamızda, havalar ısınınca kafede görüşmek üzere sözleşmiştik. Daha sonraki arayışımda eşi Ulla ile konuştum. Demir Özlü uyuyordu. Öğleden sonraları biraz kestirmek eskilere dayanan bir alışkanlığıydı. Bana da hep tavsiye ederdi. “Uyuyamasan bile biraz uzan” derdi.

Yayınlanma: 28.02.2021 - 02:00
Abone Ol google-news

Ulla, önceki yıl geçirdiği rahatsızlıktan sonra gelen pandemi yüzünden bir yıldır evde kapalı kalmanın Demir’i yıprattığını, kaslarının zayıfladığını, güçsüz kaldığını söyledi. Bir hafta sonra aradığında ise “Yarım saat önce Demir’i kaybettik” diyebildi. Zaten daha söze başlarken kötü haberin geldiğini sezmiştim. Akşam büyük oğlu Milko aradı. Çok sarsılmış olduğu sesinden belliydi. Son saatleri, son dakikaları anlattı. “Babam son zamanlarda bazen bana Osman diyordu. Senden de söz ediyorduk. Sen artık benim amcamsın” dedi. Milko ile aynı mahallede oturuyoruz. Ertesi gün kafede buluştuk. O da babası gibi çay içti. Demir Özlü’nün aramızdan ayrılışıyla hepimizin biraz eksildiğini anlattım. Teselli olsun diye söylememiştim. Demir Özlü’nün ifadesiyle, insanların nesneleştirildiği, insansız bir toplumda biz kendi aramızda nefes aldığımız, susuzluğumuzu giderdiğimiz bir vaha oluşturmuştuk. 

Modern Türk edebiyatının seçkin ismi Demir Özlü aramızdan ayrılıp giderken, edebiyat dünyasını ve bizi öksüz bırakmıştı. O eserleriyle yaşayacaktı ama onunla bir daha sohbet edemeyecek, gülemeyecek, dertleşemeyecektik. Lütfi Özkök’ten sonra bir bilge insanın daha eksikliğiyle hayatımız biraz daha yoksullaşacaktı. Yaklaşık kırk yıldır kafelerde, restoranlarda, evlerimizde buluşarak hayatımızı renklendirmiş, zenginleştirmiştik. Artık anılarla yaşayacaktık.

Esrik akşamlar

Demir Özlü, 12 Eylül öncesi her gün 30-35 kişinin teröre kurban gittiği kaos ortamında oğlu Milko’nun “Baba ben büyümek istemiyorum, büyükleri öldürüyorlar” sözleri üzerine geçici olarak ailesiyle İsveç’e yerleşme kararı almış, 1979’da Stockholm’e gitmişti. Karanlık dönemden sonra gene İstanbul’a döneceklerdi. Ama terörün yol açtığı kaos ortamı askeri darbeyle faşizan bir rejime evrilmişti. Bunun üzerine bizim de sürgünlük dönemimiz başlamıştı. Demir Özlü’yü İstanbul’dan tanıdığım için Stockholm’e gelir gelmez aramıştım. Küçük bir arkadaş grubuyla sıkça buluşmaya başlamıştık. Türkiye’deki gelişmeleri izliyor, dertleşiyor, geleceğe ilişkin tahminlerde bulunuyorduk. Ruhu İstanbul’la bütünleşmiş olan Demir Özlü, için için memleket özlemi çekiyordu. Sürgünlük hayatının bunaltıcı günleriydi. Cuma akşamları esrik akşamlara dönmüştü. Umutluyduk, birkaç yıl sonra dönebileceğimizi sanıyorduk. 

Öyle olmayacağını anlamak epey vakit aldı. Almanya’da, Hollanda’da, İngiltere’de, Finlandiya’da konferanslara katıldı. Dönme umutlarımızın yıkıldığı yetmiyormuş gibi 1986’da vatandaşlıktan atıldı. Ama o, demokrasi ve özgürlük için verilen mücadeleye katkıda bulunurken kitaplarına da yoğunlaştı. Kitaplarında Paris, Berlin, Amsterdam, Stockholm gibi kentleri ve insanları, insanın yalnızlığını, bunalımını, varoluş sorunlarını felsefesini yansıtarak dokudu. Son kitaplarında ilk ve ortaokul döneminin geçtiği Ödemiş’i, Gölcük Yaylası’nı ve anılarını anlattı. 

Anılar...

Demir Özlü, özellikle Japon kirazlarının çiçek açtığı günlerde, Södermalm’deki kafenin önünde, ağacın altında oturmayı severdi. Kışları ise “Stockholm Öyküleri”nde “Lilla Maria” olarak anlattığı kafede buluşurduk. Restoran Lilla Maria, Rival adıyla kafeye dönüşmüştü. Buralardaki sohbetlerimizde 1960 öncesi öğrencilerin gösterilerinden TİP’in kuruluşuna, parti içindeki çatışmalara, İstanbul günlerine ve12 Mart döneminde yaşadıklarına kadar pek çok gözlemini, anısını dinledim. Her zaman sakin, alçak tonda konuşurdu. Birkaç yıl önce gene böyle bir sohbet sırasında yan masadaki genç kadının bizi dinlediğini sezdim. Epey bir süre dinledikten sonra, bize dönüp hangi dili konuştuğumuzu sordu. Türkçe deyince şaşırdı. Bazı sözcüklere aşinaymış ama bizim konuştuğumuz dil tanıdığı Türklerin konuşmasından farklı olduğu için merak etmiş. Meğer Türkçemiz kulağa çok hoş gelen melodik bir dilmiş. Hatırladıkça bu sohbetlerin artık sadece anılarda kalmasına çok hayıflanıyorum.

Demir Özlü’nün anılarında en çok söz ettiği iki kişi babası Sabih Bey ve Kabataş Lisesi’nde edebiyat öğretmeni Behçet Necatigil’di. İstanbul sevgisi babasından geçmiş. “İstanbul bir kültür şehridir” diyerek çocuklarının orada büyümesi için Ödemiş’ten naklini istemiş. Demir Özlü de lise yıllarından itibaren İstanbul’u, sokaklarını adım adım gezerek keşfetmiş. Behçet Necatigil’den de edebiyat tutkusunu almış. 

Demir Özlü birkaç kez Berlin’in Wannsee bölgesindeki yazarların çalışması için tahsis edilmiş, kurumun misafiri olmuştu. Bir kez orada ziyaret etmiştim. Binayı gezdirdikten sonra beni bir mezarlığa götürmüştü. Büyük Alman Yazarı Heinrich von Kleist’ın mezarını ziyaret etmiş, sonra bir kafede sohbet etmiştik. Kleist’ı lise yıllarında Behçet Necatigil sayesinde keşfettiğini anlatmıştı. 

Vefalı bir insandı. Bir İstanbul beyfendisiydi. Işıklarda uyusun.

[email protected]


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler