Her cuntada O içerde

Ressam, ozan, yazar ve darbezede. Mehmet Koç, her darbe döneminde ilk alınanlardan. 78 kuşağından herkesin bildiği müellifi Koç olan marş vardır. İşte o Koç’la darbeleri ve türküleri konuştuk.

Her cuntada O içerde
Abone Ol google-news
Yayınlanma: 23.07.2016 - 23:24

1980 sonrasında doğmuş olanlar için Mehmet Koç ismi pek bir anlam ifade etmeyebilir. Eğer türkülere ve resime pek meraklı değilse... Ama yaşı bencileyin olanlar için sol yumruklar havada hançereler yırtılırcasına söylenen marşlar gelir ilk akla. O yıllarda bu marşları ezbere bilmeyenler çaylak devrimcilerden sayılırdı. “Şarkışla’ya Düşürmesin Allah Sevdiği Kulunu”, “Malatya’dan Çıktı Kızıl Makine” , “Hepimiz Mahiriz” bunlardan en bilinenleri. 1982’de Fransa’da Tülay German’la yaptıkları long playda okuduğu “Şu Metris’in önü” de yeni nesilin sevda türküsü niyetine türkü barlarda okuduğu eser de işkencede katledilmiş bir devrimciye ağıt da Mehmet Koç imzalı. Her ne kadar başka sanatçılar onun yokluğunda sahiplenmişlerse de... Aynı zamanda dünya da spatula kullanarak resim yapan üç ressamdan biridir Mehmet Koç. Geçen günlerde Mehmet Koç’un son dönem türkülerinden oluşan eserlerinin toplandığı bir albüm çıktı. “Türkülü Bir Ömür” adını taşıyan albümde Koç’un eserlerini başka sanatçılar seslendirmiş. Aynı zamanda bir darbe mağduru bir sanatçı. Mehmet Koç’la 15 Temmuz darbe girişiminin ardından konuştuk. Hem darbeleri, hem türküleri.

 

Darbe tecrübesi

- 12 Mart ve 12 Eylül darbelerinden darbe yemiş biri olarak 15 Temmuz akşamı darbe girişimini öğrenince ne hissettiniz?

Bir avukat arkadaşımla yazışıyordum. O arkadaşım ‘köprüye bomba koymuşlar ben bir bakayım’ dedi. Ben hemen darbe olduğunu anladım. Bu arada eşim de Ankara’dan beni arayarak “Sen darbeler konusunda tecrübelisin, ne yapacağız” diyor.

Ben bir taraftan bir darbe girişimi olduğunu söylüyorum ama bir yandan da bu saatte hiç darbe yaşanmadığı için kendi kendime sorular yöneltiyorum. Dünya da da bunun örneği yok. Bu arada ne Genelkurmay’dan ne hükümetten bir ses yok. Bir süre düşündüm ve 12 Eylül’de yaptığım şey aklıma geldi. Eşime valizini hazırlamasını söyledim.

Nereye gideceğimizi sordu. “Bildiğimiz bir yere değil bizim de daha önce gitmediğimiz bir yere gideceğiz” dedim. Çünkü 12 Eylül’ de de öyle yapmıştım. 1980 darbesi olduğunda Ankara’dan mavi trene binip Haydarpaşa’da yeniden bilet alıp Ankara’ya dönmüştüm. Üç gün böyle gardan dışarı adım atmadan trenle Ankara-İstanbul arasında gidip geldim. Üç gün sonunda İçerenköy’de bir akrabamın yanına gittim. Bir süre sonra da yurtdışına çıktım.

- Siz 12 Mart’ta da darbelenmiştiniz sanırım?

Ooo hem de nasıl? 12 Mart’ta darbe olur olmaz kaptılar bizi Emniyet’te sorguya aldılar. O yıllarda işkence yöntemleri pek gelişmiş değildi.

Klasik yöntemlerle işkence yapılıyordu. Falakaya yatırma, tekme tokat, cop ve kalasla dövme yöntemleri kullanılıyordu. O yöntemleri kullanarak benim parmaklarımı kırdılar. Sorgu sonrası Ulucanlar Cezaevi’ne gönderdiler. Beni bir örgüt davasına sokamadılar bir türlü ve birkaç ay sonra beraat ettim.

Tam 17 kez gözaltına alındım her defasında da örgütlü bir suç isnat edemedikleri için hepsinden sıyırdık. Galiba o zamanki hâkimler, sıkıyönetim hâkimi bile olsa bugünkülere göre daha insaflı mı diyeyim yoksa hukuka daha bağlı mı desem bir süre sonra ciddi bir delil yoksa beraat vermek zorunda kalıyorlardı.

 

‘Makaralar dolacak!’

- Sizin ilginç bir mahkeme olayınız vardı Diyarbakır’da Abuzer Karakoç’la neydi o?

1970’lerin başında Diyarbakır’da ben ve rahmetli ozan arkadaşım Abuzer Karakoç tutuklu yargılanıyoruz. Üç ay sonra hâkim karşısına çıkarıldık. O dönem siyasi savunma modaydı. Avukatımız da Uğur Alacakaptan’dı. Biz savunmamızı tümüyle siyasi nutuk atma üzerine kurmuşuz. Ama hâkim bizim sözlerimizi yazdırırken yumuşatarak ve değiştirerek yazdırıyordu. Bizi kurtarmak için ifadelerimizi tümüyle hukuka uygun hale getiriyordu. Sonunda beraat kararı verdi. Cezaevine gidip eşyalarımızı aldık çıktığımızda bir grup polis bizi aldı ve zorla bir minibüse bindirdi.

Nereye gittiğimizi soruyoruz ama kimse bir cevap vermiyor. Bir evin önüne gelince minibüsten indirildik. Kapı açıldı zarif bir hanımefendi ile iki tane genç bizi içeri buyur etti. Çay ikram falan derken kapıdan içeri birkaç saat önce bizi yargılayan hâkim girdi. Hâkimin adı Ümmet’di ama soyadını hatırlamıyorum. Biz hal hatırdan ve teşekkür faslından sonra kalkmak istedik, hakim ayağa fırlayarak, “Nereye böyle canım?” diye sordu ve makara teybin yanına giderek, “Bu makaralar dolmadan hiçbir yere gidemezsiniz. Alın sazları elinize çalıp söyleyeceksiniz bu makaralar dolacak” dedi. Yedik içtik sabaha kadar çalıp söyleyerek makaraları doldurduk.

- Sizin sol çevre içinde “Burjuva Mehmet” lakabınızın bir öyküsü vardır herhalde.

Cezaevlerinde devrimcilerin koğuşunda bir komün hayatı vardı. Ben bu komüne dahil olmadım. Ben tek başıma kalıyor, yemek yapma, bulaşık yıkama falan gibi kolektif işlerden muaftım. Yılmaz Güney’le iki kez cezaevlerinde yolumuz çakıştı. O komünde kalıyordu ben kalmıyordum. Çünkü ben biraz takıntılıydım, özellikle de hijyen konusunda. Bu gibi nedenlerle komün yaşamına dahil olmadığım için adımı ‘Burjuva Mehmet’ taktılar. Bir de tabii ben hapishaneye bile papyon ve fötr şapkayla girmiş, takım elbiseyle dolaşan biri olduğum için bizim devrimci mahpuslar bunu ti’ye alıp bu lakabı taktılar. Aslında bu burjuvalık da beni çok rahatsız etmiyordu. Burjuva bir ileri medeniyyettir, bunu niye reddedeyim ki.. Keşke ülkemizde burjuva kültürü yerleşik olsa.

 

‘Şu Metris’in Önü’

- ‘Şu Metris’in Önü’ desek....

12 Eylül’den sonra yurtdışına gittim. Fransa’ya giden hemen her sürgün gibi ben de Yılmaz Güney’in kapısı çaldım. Yılmaz Güney’le, Tülay German’la konserlere çıkıyorduk. Yedi tane konser yaptık. Nedim Tarhan, Taner Timur, Nihat Behram sürekli beni plak yapmam için zorluyordu. Tülay German’la çalışıp Fransa’da bu long playi çıkardık. Sene 1982 ve ben Türkiye’de sonra pek ünlü olan ‘Şu Metris’in Önü Bir Uzun Alan” adlı eseri bu uzunçalarda okudum. Ali Asker 1995 yılında benim bu eserimi okumuş ve söz hapishane, müziği de kendisinin de aralarında bulunduğu dört kişinin adını yazmış. Dünya tarihinde örneği yok 6 notalık müziği dört kişi yapmış. Bu long play’e UNESCO kültür ödülü verdi.

- Ressamlık nasıl başladı?

O aslında çocukluktan beri vardı. Köyde genç kızların çeyizliklerine işlediği kuş, şahmaran, çiçek gibi desenleri yumurta karşılığında çizerek başladım işe. Sonra sol örgütlerin yayın organlarında çizimler grafikler yaptım. Fransa’da resim eğitimine başladım. Önce portreler yapıyordum. Jean Luguie’nin atölyesinde aldığım eğitimle fırça kullanmadan spatula ile resim yapmaya başladım. Dünyada bu tekniği Jean Luguie dışında ben ve bir de İspanyol ressam Yonta kullanabiliyor. Bu özelliğim nedeniyle Belçika Akademi ödülünü aldım.

 

12 eser 12 sanatçı

- Geçen günlerde bir albüm çıktı. Albümde sizin eserlerinizi başka sanatçılar seslendiriyor. Bu proje nasıl başladı?

Bu aslında Arif Sağ ve Edip Akbayram’ın teşvikiyle oldu. Benim on iki eserimi 12 sanatçı seslendirdi. Bu aslında üç albümlük bir projenin ilki. Bu serinin üçüncü ve dördüncüsü de bir süre sonra gelecek. Fransa’dan geldiğimde müziğimin rengi ve söz içeriği de değişti tabii. Marş yerine türkü formunda müzik, sözler ise artık slogan tarzı değil daha edebi oldu.

 

'İdamlık müzik'

- Gelelim senin şu idamlık türkülere... Her birinin bir öyküsü olmalı.

12 Eylül’de TCK 146’dan yargılandığımda bir gazete ‘İdamlık türküler’ başlığını atmıştı. Bu türkülerin her birinin bir öyküsü var. Bunlardan en bilineni “Şarkışla’ya düşürmesin Allah Sevdiği Kulunu/ Gemerek’te Çevirmişler Deniz Gezmiş’in Yolunu” diye bilinen marşı ya da türküdür diyelim. Bu türküme tam 12 kişi sahip çıkmış. Bunlardan biri bir gazeteye “Bu ağıdı işte bir kız yaktı ben ondan alıp ezgileştirdim” demiş ama o kızın da okur yazarlığı yok iyi mi? Bir tanesi Gün Bulut diye biri Doğu Perinçek’i tanık olarak göstermiş. Perinçek de “Evet bu bunun olabilir” demiş. Benim ki belgeli. Ben bunu 1972’de 45’lik plağa okunmuş. O plak şirketi bana noterden onay istemiş. Sonra arkasından Zülfü Livaneli anonim diye okumuş. Arkasından “bilmiyordum özür dilerim’ deyip özeleştirisi yapmış. Onun öncesinde ilk bilinen marşım öldürülen Battal Mehetoğlu için yazılmış “Malatya’dan Çıktı Kızıl Makine/ Sürün Atınızı Girsin ekine’ adlı marş.

Her ölenin arkasından ağıt yakınca ve ağıt yakmak da Anadolu’da genellikle kadınlara özgü olunca Yeni Ortam gazetesi benim için “Devrimcilerin Anası” diye haber yapmıştı. İşte idamlık türküler bu marşımsı türkülerdi. Bu türküler nedeniyle idam istemiyle yargılanmıştım. “Şu Metrisin Önü” türküsünün öyküsü de işkencede ölen devrimci bir genç kızın öyküsü üzerine yazıldı. Son yıllarda pek çok sanatçının okuduğu “Dağlar Dağlar Uzun Dağlar” türküsü ise kazada kaybettiğim oğluma ağıt olarak ortaya çıktı.


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon