Köprüdeki Kadınlar

Her şeye karşın bu ülkede bir şeyler değişiyor gene de... Ne zamandır köprüdeki kadınların varlığı, etkisi, gücü seziliyor, onların eskiye göre daha gür çıkan sesleri her alanda varlığını duyuruyor. Gezi Direnişi’nin “kırmızılı kadın”, “TOMA’ların sıktığı suya bağrını siper eden kadın”, “sapanlı Emine Teyze” gibi sembolleşen figürlerinin kadın olması bir rastlantı değil.

Yayınlanma: 07.03.2015 - 21:26
Abone Ol google-news

Dünyadaki konumumuzun önemini belirtmek için sık kullandığımız, Batılıların da pek itibar ettiği şu “Doğu ile Batı arasında köprü” olduğumuz klişesinden başlamak istiyorum. Klişe olmanın getirdiği yoğun kullanım, aşınmaya, içerik ve etki kaybına yol açsa da bazı klişeler güçlerini gerçekliklerinden alır. Bize yeryüzünde fazladan bir önem kazandırıyormuş gibi görünen bu “köprü olma” hali, yıllar boyunca baskıcı iktidarlar tarafından bazen kuzeyimizdeki komünist ülkeden gelecek olan tehlikeye, bazen doğumuzda yükselen İslami tehlikeye karşı hak ve özgürlüklerin kısıtlanmasına gerekçe gösterilmiş, halkın verdiği her tür mücadelenin bastırılmasına bahane olmuştur. “Türkiye’nin coğrafi ve sosyo-politik konumu”, “içinde yer aldığımız konjonktür gereği” ve “bugünün koşullarında” gibi sözleri duymuşluğumuz çoktur. Bir tarihte yapılanlara ilişkin günah çıkarma zamanları geldiğindeyse, “bugünün koşulları” dedikleri birden, “o günün koşulları” halini alarak uzaklaştırılıverilir. Oysa bazı şeylerin günü ve koşulları yoktur, onlar hiçbir zaman olmamalı, hiçbir koşulda yapılmamalıdır.

Gene bir tür köprü olma haline işaret eden “geçiş toplumu” sözü de bir başka klişedir. Doğu ile Batı arasındaki bu köprüdeki erkekler, erkek iktidarlar, eril zihniyet, erkek egemen değerlerle işleyen sistem aslında koca bir çıkmaz yaratmıştır. Bu köprünün başını tutan erkekliğin “Deli Dumrulları” yıllarca geçenden, geçmeyenden, geçemeyenden hayatın haracını kesmiştir.

KÖPRÜLER ATILDI

Bugün, geçtim Doğu ile Batı arasında köprü olmaktan, yurdun kendi doğusu ile batısı arasındaki köprüler atılmıştır. Son otuz yıldır Türkiye’nin doğusuyla batısının hafızası bölünmüştür. Sınır düzeyinde değil, ama zihin düzeyinde ciddi bir bölünme söz konusudur artık. Üstelik bu bölünme sadece Doğu ve Batı ile sınırlı da değildir. Bu toplum bizzat devlet politikası haline getirilmiş giderek tırmanan bir şiddet sarmalına, kin ve nefret söylemine, “öteki”ne tahammülsüz bir ruh iklimine teslim edilmiştir. Böylesine kutuplaşmış bir ortamda haliyle ortak bir kaderin, birlikte yaşama kültürünün, demokratik ve laik değerlerin yerleşmesi, farklı kesimden insanların yaşam biçimlerini, oksijen alanlarını koruması giderek olanaksız hale gelmiştir.

Bu konu ekseninde bugüne değin çok şey söylendi kuşkusuz, yineleyecek değilim. Her türden kimlik, hak, adalet, özgürlük mücadelesi verenlerin, her tür sömürüye karşı direnenlerin öncelikle hiç unutmaması gereken temel olgu, Türkiye topyekûn özgürleşmeden kimsenin özgürleşemeyeceğidir. Ne kadınlar, ne Kürtler ne de bu bağlamda sayabileceğimiz diğerleri... Hepimizin özgürlüğü birbirine bağlı. Kan bağı değil, diyalektik bağı bu. İnsanların ve halkların kaderini birbirine bağlayan dünyanın göbek kordonu...

Son olarak Gezi Direnişi’nin gizilgücünde görüldü ki, her şeye karşın bu ülkede bir şeyler değişiyor gene de... Ne zamandır köprüdeki kadınların varlığı, etkisi, gücü seziliyor, onların eskiye göre daha gür çıkan sesleri her alanda varlığını duyuruyor. Türkiye’nin hem kendi içindeki unsurlarla, hem dünyayla köprü kurmasında, toplumsal barışın sağlanmasında kadın mücadelesinin önemi artıyor, yeni bir gelecek tasavvurunda cinsiyet politikaları ağırlık kazanıyor. Gezi Direnişi’nin “kırmızılı kadın”, “TOMA’ların sıktığı suya bağrını siper eden kadın”, “sapanlı Emine Teyze” gibi sembolleşen figürlerinin kadın olması bir rastlantı değil.

GÜÇLÜ, CESUR KADINLAR

Yüzlerce yıldır kadınlarını haksızlığa, eşitsizliğe, her çeşit baskı ve zulme maruz bırakmış, yüzlerce yıldır kadınlarını namus cinayetine, kıskançlık cinnetine kurban vermiş, yüzlerce yıldır kadınlarını her çeşit yoksulluğa, açık ya da gizli ev hapsine, sokağa çıktığında ücret eşitsizliğine, sigortasız çalışmaya mahkûm etmiş, başlık parası uğruna çocuk yaşta gelin edip hayatını söndürmüş bu toplum, aynı zamanda söz alan, sesini yükselten, hakkını arayan, başkaldıran, hak ve eşitlik mücadelesi veren, hemcinslerinin dertlerine tercüman, sorunlarına yardımcı olan, iş yapan, seçtiği alanda kendini kanıtlayan, başarı kazanan, güçlü, cesur, azimli kadınlar da yetiştirdi.

SEMBOL KADINLAR

Bugün ülkede farklı kesimler arasında sürekli ve sağlam bir diyalog zemini yaratılacaksa, Türklerle Kürtler, Müslümanlarla diğer cemaatler, Sünnilerle Aleviler, düzcinsellerle LGBT bireyler arasında sahiden bir köprü kurulacaksa, Türkiye doğusuyla, batısıyla, aslında kendisiyle barışacaksa, demokratik ve laik değerler esası üzerinde yükselen bir arada yaşama kültürü inşa edilecekse, bu ancak köprüdeki kadınların çoğalmasıyla, toplumsal ve siyasal yaşama daha etkin katılımıyla mümkün olacaktır. “Kadın olsun da çamurdan olsun,” diyenlerden değilim, çamurdan kadınların bu ülkede koltuk, makam, erk sahibi olduklarında neler yaptıklarını, yapabileceklerini hep birlikte yaşadık, gördük.

Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana Türkiye’de demokrasi kültürünün ve insan hakları bilincinin gelişmesine, kadınların özgürleşmesine, halkların kardeşliğine, ezilen sınıfların ve kesimlerin mücadelesine katkıda bulunmuş, omuz vermiş, örgütlenmiş, dernekler kurmuş, yazılar yazıp çeviriler yapmış adları, giderek sembolleşen kadınları 8 Mart Dünya Kadınlar Günü nedeniyle şükranla anmak isterim.

HİKÂYELER BENZER

Öncelikle kadınların politikaya atılmalarını önemseyerek 1923’te Nezihe Muhiddin önderliğinde “Kadın Halk Fırkası” kurmak isteyen öncü kadınları, 1934’te kadınlara tanınan milletvekili seçme ve seçilme hakkından sonra ilk kez 1935’te TBMM’ye giren o 17 kadını anmak isterim. Bu Meclis’in tarihinde Behice Boran’dan Gültan Kışanak’a haysiyetli mücadele, onurlu duruş sergileyen tüm politikacıları; Leyla Gencer’den Fahrünnisa Zeid’e, Semiha Berksoy’dan İdil Biret’e bu ülkenin sanatçılarının varlığını dünyaya duyuranları; Mübeccel Kıray’dan Mücella Yapıcı’ya sokakları, evleri, toplumsal dokumuzu anlamaya ömür verenleri; Halet Çambel’den, Muhibbe Darga’ya yeraltına gömülü tarihi yeryüzüne çıkarmak için Anadolu’yu kazıyanları, Türkan Saylan gibi cüzamlı hastalar için Türkiye’yi köy köy dolaşan doktorları, Gülçin Çaylıgil gibi ömrü boyunca ardı arkası kesilmeyen mahkemelerde düşüncenin, örgütlenmenin suç olmadığını savunan hukukçuları; işkenceyle mücadelede tarihsel çabaları olan Sema Pişkinsüt’ü anmak isterim. Her devrin hukuksuz mahkemelerinde yargılanan, hapishanelerinde yatan Beria Onger, Azra Erhat, Sevim Belli, Mîna Urgan, Reha İsvan, Sevgi Soysal, Büşra Ersanlı’ların yanı sıra 12 Mart’ların, 12 Eylül’lerin zindanlarında “kadın tutsak” olmanın ne demek olduğunu bilen isimli isimsiz tüm kadınları anmak isterim. Dışarıdan bakıldığında, dönemleri ve mücadeleleri farklı görünse de, Halide Edip’in, Zehra Kosova’nın, Leyla Zana’nın hayat hikâyelerindeki benzerlikleri anmak isterim. Sabiha Sertel’in, Suat Derviş’in şahsında yurtdışına kaçmak zorunda kalıp, gurbette ömür tüketen ya da büyüdüğü toprağın hasretiyle ölüp giden tüm kadınları; tedavisine izin verilmediği için hapishanede ölen Güler Zere’nin şahsında tüm hasta tutsakları, Canan ve Zehra Kulaksız’ın şahsında ölüm oruçlarında kaybettiğimiz canları, Hacer Arıkan’ın şahsında F tipi cezaevlerini protesto için başlatılan ölüm oruçlarını sonlandırmak için “Hayata Dönüş” adıyla yapılan katliam operasyonunda yakılanları anmak isterim.

GİDERİLMEZ BİR YANGIN

Berfo Ana’nın şahsında evladının mezarına, kemiklerine kavuşamadan ölüp gidenleri; Hanım Tosun’un şahsında kocasını, babasını, kardeşini gözaltında kaybedenlerin ağrısını, Didar Şensoy’un şahsında tutuklu haklarını savunmak için ömür verenleri, yıllarca Galatasaray Lisesi’nin önünde diz çürüten Cumartesi Anneleri’nin cesur ve kararlı direnişini anmak isterim. Sorumsuz yönetimlerin ve iktidarların sebep olduğu Soma faciası benzeri iş kazalarında yakınlarını kurban vermiş ailelerin kadınlarının çaresizliğini anmak isterim. Fadime Göktepe’den Gülsüm Elvan’a gencecik yaşta çocuklarını toprağa veren annelerin giderilmez yürek yangınını anmak isterim. Karanlık hesaplar uğruna otuz yıldır süren kirli savaşta çocuklarını kaybeden tüm Türk ve Kürt annelerin yaşam boyu mühürlendikleri evlat acısını anmak isterim. Bahriye Üçok’tan Konca Kuriş’e o ya da bu biçimde İslami faşizmin kurbanı olmuş kadınları; Güldünya’dan Ayşe Paşalı’ya eril törelerin, erkek şiddetinin katlettiği kadınları, trans kadınları, Ceylan Önkol’un şahsında daha kadınlığa adım atamadan açık ya da dolaylı olarak öldürülmüş tüm çocukları anmak isterim.

Eril dünyada kadınların kurban edilmesinin çeşitli yolları vardır, kiminin adı sonradan kahraman olarak sembolleşse de sahneye çıkan ilk Müslüman kadın Afife Jale gibi azar azar yok edilir, kimi 1926’nın Erzurum’unda halka gözdağı vermek uğruna kimsesiz bir bohçacı kadın olduğu için kurban seçilen Şallı Bacı gibi “askeriye paşaları” tarafından idam edilir. Kimileri de Sakine Cansız, Fidan Doğan, Leyla Söylemez gibi uluslararası karanlığın yaban ellerinde infaz edilir.

Demokratik Kadın Derneği’nden KA.DER’e varana dek tüm benzeri dernek ve kuruluşları, Eren Keskin’den Pınar Selek’e insan hakları takipçilerini, eserleriyle kadınların özgürleşmesine, kadınların bilinç ve duyarlık dünyasına katkıları yadsınamaz olan Leyla Erbil’den Tezer Özlü’ye, Adalet Ağaoğlu’ndan Duygu Asena’ya yazarlarımızı anmak isterim. Kaç kuşağın hatıralarının parçası olmuş, cesur ve özgür kadınları dillendiren şarkılarıyla Fikret Şeneş ve Sezen Aksu’yu, sinemamızda başoyuncu kadın algısının değişmesindeki payıyla Müjde Ar’ı anmak isterim. Selda’dan İlkay Akkaya’ya meydanlara, yürüyüşlere, direnişlere ses ve güç veren kadınları anmak isterim.

İNSAN KİMLİĞİ

Tarihi erkeklerin yazdığı bir dünyada kadınlığın tarihine sahip çıkan, yazdıkları, çevirdikleri, yayımladıkları kitaplarla, akademik çalışmaları, eylemleriyle Türkiye’ye yol aldıran, feminist bir bilincin oluşmasına, gelişmesine yardım eden Şirin Tekeli, Gülnur Savran, Stella Ovadia, Fatmagül Berktay, Nebahat Akkoç, Melek Göregenli, Müge Gürsoy Sökmen, Ayşe Zarakolu, Aksu Bora ve daha nicelerini anmak isterim. Kabul edersiniz ki böyle bir yazıda eksiksiz bir liste kotarmak mümkün değildir; saydıklarım saymadıklarımı hatırlatsın isterim.

Kimsenin kimliğinden, etnik kökeninden, dilinden, dininden ya da dinsizliğinden ötürü baskı görmediği, dışlanmadığı, ezilmediği, hatta insan olmaktan başka hiçbir kimliğin artık önem taşımadığı, herkesin Emma Goldman’ın hayalindeki gibi dans ettiği bir dünya kurulana dek 8 Mart’lar dünyanın bayramı olsun!


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler