Mondros Mütarekesi’nin Anımsattıkları
Milli Mücadele sadece Mondros ve Sevr’in değil, emperyalizmin ve onu davet eden geri kalmışlığımızın da antitezini oluşturur. Bütün bunları yaşayan bir ulus olarak Türkler, Atatürk’ün ve kurduğu Cumhuriyetin değerini ve büyüklüğünü bir kez daha görüyorlardır.
“Vatan mutlaka selamet bulacak, millet mutlaka mesut olacaktır. Çünkü kendi selametini, kendi saadetini memleketin, milletin saadet ve selameti için feda edebilen vatan evlatları çoktur.”
Atatürk
Limni Adası’nın Mondros Limanı’nda demirli Agamemnon zırhlısında 30 Ekim 1918’de Bahriye Nazırı Rauf Bey ve Amiral Carlthorpe arasında imzalanan ve Birinci Dünya Savaşı’nı bitiren ateşkes anlaşması, 31 Ekim gece yarısından sonra yürürlüğe girdi. Böylece Osmanlı İmparatorluğu savaşı kaybetmiş ve ömrünü tamamlamış oluyordu. Ertesi gece, 1 / 2 Kasım 1918’de İttihatçı liderler ülkeyi terk ettiler. Durumu Enver Paşa, “Artık oyun bitmiştir” şeklinde özetlemiştir.
Bu anlaşmayı Rauf Bey, İstanbul’a dönüşünde gazetecilere “Devletimizin bağımsızlığı, saltanatımızın hakları tamamen kurtarılmıştır… İstanbulumuza tek bir düşman askeri çıkmayacak... Hiçbir Yunan askeri İstanbul ya da İzmir’e girmeyecektir” diye savunuyordu. Rauf Bey, Amiral Carlthorpe’un Yunan savaş gemilerinin İstanbul’a girmeyeceğine dair verdiği kuru sözü içeren mektubuna güvenmekteydi.
Tehlikenin büyüklüğü
Atatürk ise, daha İstanbul’a gelmeden çok önce Halep ve Adana’dan çektiği birçok telgrafla tehlikenin büyüklüğünü tek tek sıralıyor, çeşitli bahanelerle ülkenin işgal ve istilalara uğramak üzere olduğunu işaret ederek tedbirler öneriyordu. Saray ve hükümetin derdi ise, sadece İstanbul’un işgal edilmemesi ve Yunan savaş gemilerinin Boğaz’a girmemesiyle sınırlıydı. Kendi neslinin, emperyalistler arasında bir o yana bir bu yana savrulmadan ayakta duran yegâne örneğini oluşturan Atatürk, Aydınlanmacı bir ruhun beslediği bağımsızlık bilinciyle Mondros’un tuzaklarla dolu bir anlaşma olduğunu, metni görür görmez kavradı. Sınıf arkadaşı Ali Fuat Cebesoy Mondros için, “Hiç kimse, Mustafa Kemal kadar tam zamanında, yıkımın yakınlığını ve hatta başlamış olduğunu görememiştir” diye ifade eder.
Atatürk, 5 Kasım’da Halep’ten çektiği telgrafta, “İngilizlerin her dediğine boyun eğecek olursak ihtiraslarının önüne geçmeye olanak kalmayacaktır” sözleriyle hükümeti uyardı. Anadolu’nun savunulması için İskenderun Limanı ve Toros tünellerini önemli görüyor ve karaya asker çıkarmak isteyen İngilizler için, hükümete 6 Kasım’da çektiği telgrafta, “İngilizlerin aldatıcı tavırlarını, tekliflerini ve hareketlerini İngilizlerden çok haklı ve nazik bulan ve bunlara karşı nazik davranmamızı isteyen emirlerinizi yerine getirmeye yaratılışım elverişli değildir. Bunları yapmaktansa kumandayı bırakmaya hazırım. İskenderun’a her ne sebep ve bahane ile olursa olsun asker çıkarmaya teşebbüs edecek olan İngilizlere ateşle karşı konulmasını emrettim” diyordu. Hükümet ise Atatürk’ün bu tutumunun “devlet siyasetine ve ülke yararına kesinlikle aykırı” olduğunu ileri sürüyordu. 8 Kasım’da Adana’dan, “İngilizlerin tekliflerine boyun eğilecek olursa bunun sonu gelmez ve hatta hükümet üyelerimizin kendileri tarafından seçilmesini de isteyebilirler” diye uyarmaya devam etti. Bütün bunlara ilişkin olarak görüşlerini Ali Fuat Paşa’ya “Bundan sonra, millet kendi haklarını kendisi arayacak ve koruyacaktır” şeklinde açıklamaktaydı. Mütareke koşullarını baştan sona inceledikten sonra “Osmanlı devleti bu mütareke ile kendini kayıtsız şartsız düşmanlara teslim etmekle kalmıyor; düşmanların memleketi istilası için onlara yardımcı olmayı da vaat etmiştir” diyen Atatürk, şu sonuca varıyordu: “Mondros basit bir silah bırakışması değil, tam bir teslimiyettir. ” Bu anlaşma ile İtilaf Devletleri, barış anlaşmasının yapılmasını beklemeden Türkiye’nin bölüşülmesine giriştiler. Anlaşmanın 7. maddesi onlara bu olanağı tanıyordu.
Uğursuz mütareke
Atatürk, Mondros’tan “bu meş’um -uğursuz- mütareke” diye söz eder ve Mütareke ile yalnız mağlup bir devletin değil, Türk ulusu ile beraber Türk tarihinin de cezalandırılmak istendiğini anlatmaya çalışır. Vahdettin ise “Şartlar ne kadar ağır olursa olsun, hemen kabul edelim. İngiltere’nin bize dost politikası değişmemiştir. İngilizlerin hoşgörüsünü daha sonra sağlarız” diyordu. Damat Ferit de Meclis’te “Mağlupların mütareke ve barış yapılırken galibin arzusuna boyun eğmesi, dünya kadar eski bir insanlık yasasıdır” diye sarayın teslimiyetine uygun bir çizgi izler. Daily Mail muhabirine 24 Kasım günü verdiği demeçte Padişah, “İngiliz ulusuna karşı beslediğim sevgi ve hayranlık duygularımı babam Sultan Abdülmecit’ten miras aldım. Ümidimi Allah’tan sonra İngiltere’ye bağladım” sözleriyle işbirlikçilikte ve teslimiyette sınır tanımadığını gösterir. İngilizleri bile şaşkına çeviren sarayın bu tutumunu, David Walder şöyle yorumlar: “Osmanlı devleti İngiltere’ye tamamen boyun eğmiş ve İngiltere’den resmen manda talep etmektedir.” Diğer taraftan İngilizler, Türkleri küçük düşürmeye devam etmekte ve Müslüman sömürgeleri olan Mısır ve Hindistan’a “Türklerin en ağır cezalarla nasıl cezalandırıldıklarını göstermek” istemektedirler. Nihayet Padişah, Damat Ferit’i, Amiral Carlthorpe’a göndererek Osmanlı devletinin İngiltere’ye tamamen boyun eğdiğini belirtir ve İngiltere’den resmen manda isteğinde bulunur.
Atatürk’ün olağanüstü bir sorumluluk duygusu ve derin tarih bilinciyle yaptığı saptamalar ve uyarılar dikkate alınmadığı gibi, Yıldırım Orduları Grubu kaldırılarak kendisi İstanbul’a çağrıldı. Anadolu’yu tamamen parçalayacak olan bir planı uygulamaya sokmak amacıyla 13 Kasım 1918 günü 55 parçalık Müttefik donanması İstanbul’a girerken, “Silahın yüksek şerefini korumasını bilen” Mustafa Kemal Paşa da, aynı gün Adana’dan İstanbul’a “uzun ve felaketli dört savaş yılının kanlı boğuşmalarından, yenilgiye uğramadan çıkan tek Türk komutanı” olarak dönmektedir. Haydarpaşa’dan köhne bir motorla düşman donanması arasından geçerken zarif dudaklarından “Geldikleri gibi giderler” cümlesi dökülünce, “Size nasip olacak. Siz bunları kovacaksınız Paşam” diyen Cevat Abbas’a, hafifçe tebessüm eder ve bir süre düşüncelere daldıktan sonra, “Bakalım” der. İstanbul’a gelişini “Son değil, yeni bir başlangıç” olarak gören Atatürk, Mondros’u, kaybedilmiş bir savaşın sadece askeri ve diplomatik bir sonucu olarak değil, geri kalmışlığın ve bağımlılık sürecinin ürünü olarak niteliyordu. İşte bunun içindir ki, Mondros Osmanlı devleti için bir son iken, Türkiye Cumhuriyeti için de bir başlangıçtır. Bu durumu Atatürk, “Savaş Müttefikler için bitmiş olabilir, ancak bizi ilgilendiren savaş, şimdi başlıyor” şeklinde açıklar. O bakımdan denilebilir ki, Milli Mücadele sadece Mondros ve Sevr’in değil, emperyalizmin ve onu davet eden geri kalmışlığımızın da antitezini oluşturur. Bütün bunları yaşayan bir ulus olarak Türkler, Atatürk’ün ve kurduğu Cumhuriyetin değerini ve büyüklüğünü bir kez daha görüyorlardır. Eğer bilinç-le bakılamıyorsa, tarihi ne anlamak, ne de ona yön vermek olanaklıdır.
(Prof. Dr. Metin KALE Osmangazi Üniversitesi / Eskişehir)
En Çok Okunan Haberler
- Yeni Ortadoğu projesi eşbaşkanı
- Rus basını yazdı: Esad ailesini Rusya'da neler bekliyor?
- Esad'a ikinci darbe
- İmamoğlu'ndan Erdoğan'a sert çıkış!
- WhatsApp, Instagram ve Facebook'ta erişim sorunu!
- ‘Yumurtacı müdire’ soruşturması
- Polis müdürlerine gözaltı: 'Cevheri Güven' ayrıntısı
- Çanakkale'de korkutan deprem!
- O ülke Suriye büyükelçiliğini açıyor!
- Sette kavga çıkmıştı: Siyah Kalp dizisinde flaş ayrılık