Orhan Pamuk: 'Bozacı kahramanımın ruh hali değil, hayatı tuhaf...'

Orhan Pamuk'un altı yılda tamamladığı romanı “Kafamda Bir Tuhaflık” raflarda. Bir aşk öyküsü anlatıyor Pamuk. Kırk iki yıla yayılmış bu öyküde Türkiye'nin ve İstanbul'un, bu zaman dilimindeki altüst oluşlarını ve değişimini izliyoruz. Pamuk'la romanını Turhan Günay, Sibel Oral ve Eray Ak konuştu.

Yayınlanma: 11.12.2014 - 05:00
Abone Ol google-news

'Romancı kahramanının gözünden görür dünyayı'

Orhan Pamuk'un altı yılda tamamladığı romanı “Kafamda Bir Tuhaflık” Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlandı. Bir aşk öyküsü anlatıyor Pamuk. Kırk iki yıla yayılmış bu öyküde Türkiye'nin ve İstanbul'un, bu zaman dilimindeki altüst oluşlarını ve değişimini izliyoruz. Pamuk'la romanını konuştuk.

TURHAN GÜNAY: Kafamda Bir Tuhaflık'ı okurken, eski romanlarınızı da aklımdan geçirdim ve şöyle bir izlenim oluştu bende; “Cevdet Bey ve Oğulları'ndan ya da bir öncesine koyarak Benim Adım Kırmızı, Sessiz Ev, Kara Kitap, Yeni Hayat, yeni romanınız ve bunun devamı gibi düşündüğüm Kar... Bu romanlarınız belli dönemleri anlatarak bütüncül bir Türkiye tarihi mi ortaya çıkarıyor? Bu konudaki düşüncenizi almak istiyorum.
ORHAN PAMUK: Kabul ediyorum. Gittikçe de bu tür, bende tanıklık, tarih ve kronik yapma eğilimini artırıyor. Ama o tarih, o tanık olma bir zevk. Bir romanın çerçevesi değil içinden gelen bir şey. Şu dönemi yazdım, bir de bu dönemi yazayım şeklinde değil.

GÜNAY: Değil elbette, öyle görünmüyor zaten.
PAMUK: Ama bu tarihe de giderek siyasi tarih, yok askeri darbe tarihi, herhangi iktidar tarihi olarak değil de günlük hayat tarihi olarak bakarsan sevinirim. Yani yoğurt sokakta satılırken önce kaplara, sonra cam kaba girdi. Cam kap gitti plastik kap geldi ya da ne bileyim dönerci dükkanları açıldı, büfeler başladı veya Beyoğlu'ndaki pavyonlar gitti türkü barlar geldi. Günlük hayat ayrıntıları... Elektrik kullanma alışkanlığı, buzdolabının İstanbul'a girmesi, ev içlerinde yaşama alışkanlıkları, sokakların, trafiğin, kaldırımların, üstgeçitlerin, altgeçitlerin, günlük hayatta yarattığı ve onları yaşarken yavaş yavaş gelen fark etmediğimiz değişimlerden, tarihsel olaylara, bir çeşit tarihçilik ya da kronikçilik yapmayı seviyorum. Kahramanlarım şehirde yaşarken şehir hiçbir zaman değişmeyen bir yer değil. Dolmuşların durağının olmamasından, otobüslere önden binilip arkadan inilmesine, arkadan binilip önden inilmesine kadar, çeşit çeşit sinemanın kapanmasına ya da açılmasına kadar bir kentin günlük hayat tarihini yazmaktan hoşlanıyorum. Aynı şekilde günlük hayat tarihinde ürünleri ve sokak telefonunu kullanma, otobüse binme, şehir içinde gezinme, kentin değişimini küçük ayrıntılarıyla ama, içinden büyük siyasi olaylara bakarak değil, şehrin içinde yaşayan insanların hayat tarzlarını izleyip anlatmaktan da hoşlanıyorum.

“KAHRAMANIM TA BAŞTAN BERİ BOZACI OLACAKTI”

SİBEL ORAL: Yanılmıyorsam altı yıl sürmüş sizin bu romanı yazma süreciniz. Bu mesaiye ilk başladığınızda Mevlut Karataş kafanızda nasıl belirdi? Yani onu nasıl hayal ettiniz ve o altı yıl boyunca örneğin Mevlut nasıl değişimlere maruz kaldı? Kent hayatına ilişkin olarak öyle bir karakter yaratmanızı neler tetikledi?
ERAY AK: Ben de şunu ekleyeyim; ilk gün kafanızdaki Mevlut ile romanda ortaya çıkan Mevlut arasındaki farklılıklar nelerdi? 
PAMUK: Evet. Bir defa altı yıl diyoruz ama kitabın iki buçuk yılında çok fazla düşündüm fakat çok ilerleyemedim. Çünkü müzeyle meşguldüm. Nobel Ödülü almıştım, başka şeyler vaktimi alıyordu. Ama bu romanda da başka kitaplarımda yapmadığım bir şeyi yaptım; romanın önemli bir kısmı gördüğünüz gibi bir bilgi roman. Kitapta geçirdiğim herhangi bir bilgiyle ilgili olarak araştırmalara giriştim, anlattığıma yakın kişilerle röportaj ve konuşmalar yaptım. Başka arkadaş ve asistanlar da bana yardım etti, böyle toparladım. Benim kahramanım ta baştan yani bu konuda çok az bilgim varken bile bozacı olacaktı. Ama ben bu kararı verdiğimde nasıl bir roman yazacağımı kestiremiyordum; gittim sonra bozacılarla konuşmaya başladım. Hatta ilk röportajımı bile hatırlıyorum. Sonra bir, iki, üç tane daha yapıyorsun, dördüncüsünde zaten konuyu öğreniyorsun. Arkadaşlar da çalışmalar yürütüyor. On kere de onlarla oturuyorsun, konuyu iyice öğreniyorsun artık ve onun adına karar vermeye başlıyorsun. Zaten bir tane konum vardı; bozacı. Hayatta olacağını bilemediği ciddi ve zor sorunlarla karşılaşıyor, eski yaşamına geri dönmek için çırpınıyordu. Sonra yavaş yavaş o da değişmeye başladı. Ama ilk başta konu kırk yılı kapsamıyordu. O kırk yıl küçük, ne derler, geriye dönüşlerle anlatılacak kırk yıldı. Roman değişe değişe gördüğünüz gibi başta günümüzde geçen bir iki sahne ve oradan bir yüz elli sayfa okul yılları, askerlik yıllarına vs. dönüştü. İlk başta yazdığımda belki daha kısa bir romandı bu; işte Mevlut'u sokakta görüyoruz birden okulu hatırlıyor... Sonra bir şeyler oluyor, o bölümler daha büyüdü. Romanlarım hep kısa başlar sonra uzar. Hikâyede de değişimler oldu. Mevlut'un sorunu başkaydı ilk başta. Mevlut başarılı bir bozacı, mutlu bir hayatı var ve çeşitli sebeplerden bu hayattan uzaklaşıyor, sonra ona dönmeye çalışıyordu. Az önce dediğim gibi o da değişti. Çünkü bozacının ne yaptığını ve bozacılığın değişimini görünce bozacılığın değil, yoğurtçuluğun önemli olduğunu anlıyor. Sen dışarıdan bakınca “bu bir bozacı” diyorsun ama bütün bozacılar aynı zamanda yoğurtçu, onu öğreniyorsun, o zaman hikâyene uymuyor. Bir de konuyu araştırıp öğrendikçe daha da iştahlanıyorsun. Bu romanda ilk defa kitabı biraz daha hacimli hale getireyim derken bu sefer metin çok büyük oldu, sonra biraz daha küçülteyim derken böyle epey vakit kaybettim.

“MEVLUT'UN BİREY OLMASI BENİM ENTELEKTÜEL ÇABAMDI”

ORAL: O süre içerisinde araştırmalar, röportajlar yapmışsınız... Peki, İstanbul'daki kişisel tarihiniz romanda nasıl vücut buldu? 
PAMUK: Romanda da var, bir evden bozacıyı çağırıyorlar, Mevlut bozayı bir kaba koymak için mutfağa giriyor, evdekiler bozacıya sorular soruyor, dalga geçiyor. Ben bunları yaşadım. Babaannem “bozacııı” diye bağırırdı ya da “İsmail bozacıyı çağır” derdi, kapıcıya söylerdi bunu. Bozacı da gelirdi, evdeki çocuklar bakar ya böyle uzaydan ya da tarihten gelen adama baktıkları gibi... Ama bozacıyı yaşamamıştım. Onun hayatının ne olduğunu bilmiyordum. Ben onu bilmediğim için uzaydan gelen adam gibi gözüküyordu. Bir süre sonra o kadar öğreniyorsun ki uzaydan gelen bir şey yok işte, gayet normal o da işini yapıyor, anlıyorsun bütün ayrıntıları.

AK: Boza ve bozacı, anlatmak ve göstermek istediklerinizde ne kadar yardımcı oldu size? Çünkü Mevlut bir bozacı ve sokaklarda gezmek zorunda. Bu da birçok şeye tanık olması demek. Bir de boza üzerine ciddi tartışmalar var. Bozacılar, Osmanlı'da IV. Murat'ın kahvehanelerle beraber kapattığı bir yer.
PAMUK: Evet, kapattığı bir yer. Alkollü içki... 

AK: O anlamda soruyorum ben de. Boza ve bozacı anlatmak istediklerinize ne kadar yardımcı oldu?
PAMUK: Daha baştan bilerek seçtim bozayı çünkü romanda anlattığım gibi boza alkollü bir içecek. Osmanlı döneminde boza biraz kafayı bulmak, dumanlanmak isteyen muhafazakârlarımız ya da Müslümanların içki içebilmesi için bulunmuş bir kılıf. Ama nitekim bazı sofu padişahlar bu kılıfı yemiyor ve geceleri tebdili kıyafetle gezerken meyhanelerle birlikte bozacıları da kapatıyordu. IV. Murat pekâlâ bunun alkollü bir içki olduğunu bildiği için meyhanelere de bozacılara da kilit vurur. Orada tam da benim hoşuma giden şey “Yok yok, onda alkol yok” lafı, o kendini kandırmaca. “Şahsi görüşüm, resmi görüşüm” var ya boza mükemmel bir kamuflaj bu iş için. Bir de gelenek diyoruz ya... Hep irdelemek istediğim bir konu bu gelenek. Din ve milliyetçilik gibi yanan ve ağır konularla dolu olduğu için neresinden tutacağını bilemezsin geleneğin. İnsanlar sokaktan bozacıyı gelenek olduğu için çağırıyor. Bozanın tadına o kadar bayıldıkları için değil. Orada zengin, iyi ısıtılmış evinde, huzurlu, konforlu bir hayat yaşar, kış akşamı kar yağarken “bozaa” diye bağırınca o adam bilincimizin altına ittiğimiz, bastırılmış Osmanlı ve yoksullar konusunu kapına getiriyor. Bu da benim sevdiğim iki konu.

ORAL: Peki, Mevlut'unkilerle Orhan Pamuk'un kafasındaki tuhaflıklar ne kadar benziyor? Birbirine nerede yaklaşıyor ya da uzaklaşıyor? 
PAMUK: Evet, güzel soru. Bir noktada her romancı için böyle bir ana kahraman, Flaubert'in Madam Bovary'si gibi karakteri vardır. Romancı kahramanıyla bu kadar vakit geçirdikten sonra onun gözünden dünyayı görür, onunla düşüp kalkar. Romanlarımı yazarken çevremdeki insanları okurum. O, sizin dört yıl hayatınızın içine giriyor. Birincisi, bu bakımdan ona yaklaşıyorsunuz, “o benim” diyebiliyorsunuz. İkincisi bir başka önemli konu, entelektüel sorun değil de entelektüel davet. Buradaki zorluk da şu: Genellikle romanlar orta ya da yukarı sınıf kahramanların bireyliğini araştırmak için yazılır. Daha yoksul karakterlerin insanlığını da anlatır ama onlar sevimli, bir renk, asıl bireyin kenarında duran bir zorluk ve sosyal koşul olarak ortaya çıkar. Ben ise yoksul ama tamamen değişik, özel bir hikâyesi olan bireyi anlatmak istiyordum. Yoksullukta birey olmama durumu vardır ya o ikisini yan yana getirmek istemiyordum. Bilakis Mevlut herkesten çok birey olsun, kitabın en birey bireyi Mevlut olsun; en çok o işlensin. Benim için entelektüel çaba oydu. Bir kahraman yazayım, en gelişmiş birey o olsun ama en az özelliği olan da o olsun. Ne bileyim İnce Memed gibi attığını vuran, çok başarılı değil de ne çok kahraman, ne çok entelektüel, ne de çok değişik değil... 

AK: Tipik bir orta sınıf yani.
PAMUK: Tipik değil, yani tipik deyince o zaman onun bireyliğini görmüyoruz. İşte daha çok yoksullar gibi... Birey ama zengin değil. Tipik diye bir şey yok burada. Orta sınıf deyince zaten hepsi birbirine benzer diyoruz.

“KAHRAMANIMIN RUH HALİ DEĞİL, HAYATI TUHAF”

GÜNAY: “Tuhaf” kelimesi altmış yedi kez geçiyor romanda. “Tuhaflık” yedi kez, “tuhaflığını” üç kez. Doksana yakın tuhaf ve ondan türetilmiş kelime var. Bunlar, romanın genellikle başlarında geçiyor, sonra birden yok oluyor neredeyse.
PAMUK: Evet, güzel... Şimdi tuhaflık, belki de tam adlandıramadığımız, sıradan olmayan, alışmadığımız zihinsel durumu, irdelemenin ötesinde tasvir etmek, nitelemek için kullandığım bir kelime. Ama kahramanım kendi kafasındaki tuhaflıkların dünyadan çıktığını ya da dünyadaki tuhaflığın kendi kafasından yansıdığını da düşünüyor. Kahramanımın tuhaflığı yalnızca kimyasal olarak onun kafasını ya da ruh halini ifade etmiyor, ortada hayatını belirleyen bir tuhaf durum var. Bir kızı kaçırdığını zannederken bir başka kızı kaçırıyor. 

GÜNAY: Tuhaflıklara alıştığı ve kanıksadığı için bazı tuhaflıklar, artık tuhaf gelmiyor sanırım.
PAMUK: Evet.

ORAL: Uzun yürüyüşler yaptınız mı siz de?
PAMUK: Yaptım ama Mevlut gibi gece şehirde yürümeyi severim çünkü bunu yıllarca sürdürdüm İstanbul'da. Kara Kitap'ta da buna benzer resimler vardı. Yani bir kahraman gece şehirde yürüyor, bütün gün gürültüyle canlılığını hissettiğimiz şehir yarı uykulu halde. Kenar mahallelerde, ücra sokaklarda yürürken bir çeşit ürperme, şehrin geçmiş zamanlarının kimyasını hissediyorsun. Bu benim sevdiğim ve Kara Kitap'ta da biraz kullandığım bir hayal dünyası. Bu kitapta onu rahatlıkla yapabildim. Çünkü ben hayatımın yirmi yılında gece dörtte uyudum. Yirmi üç yaşımdan, kızım iki-üç yaşına gelene kadar gece dörde kadar roman yazdım. Sonra yazıhaneden eve kadar da yürürken köpek çeteleri bana ben onlara bakardım. Bir bozacı gibi sokaklarda yürümedim ama bu romanı yazabilmek için pek çok kişiyle konuştum, hayatlarının ayrıntılarını öğrendim. Bozacılara “Kaçtan ve nereden alıyorsun?”, “Neyle karıştırıyorsun, nerede yapıyorsun, nerede tutuyorsun, geldiğinde ne yapıyorsun, hangi okula gittin?” gibi birçok soru sordum.

AK: Orhan Pamuk'un İstanbulu'nda farklı bir coğrafya izliyoruz bu sefer. Normalde Nişantaşı başkentinizdi... 
PAMUK: Ve Mevlut'u Nişantaşı'na çok az yolladım bu sefer.

AK: Evet, Feriköy civarında, Gümüşsuyu'nda geziyor daha çok.
PAMUK: Evet, evet.

AK: Peki, bu farklı İstanbul'u anlatmak nasıldı? 
PAMUK: Artık İstanbul'u o kadar bileyim. Yani şehri görmek istiyorum, konuştuğum bozacılar da buralara gidiyor.

AK: Benim sormak istediğim şuydu, Orhan Pamuk'un duraklarıyla Mevlut'un durakları ne kadar kesişti? 
PAMUK: Evet, biraz kesişti ama Mevlut gibi bir kahraman sayesinde şehrin görmediğimiz yerlerini gördük, Tarlabaşı'na gittik, Ferhat sayesinde Gazi Mahallesi'ne gittik. Başka yerlere de gittik ama onlar romana girmedi. Ne bileyim Sultanbeyli'ye de gittim romana girer diye, olmadı. Başka yerlere de gittik, Kuştepe ve arkasındaki bütün o tepelere: Duttepe, Kültepe diye anlattığım tepelere gittik, işte ne bileyim Eczacıbaşı fabrikasının arkasındaki bütün o yerlere ya da Okmeydanı'ndan sonrasına... Bir kahraman bütün o dünyaları anlatmak veya gene şehrin bir yerlerini görüp irdelemek içindir. Nişantaşı'na bile gitseydi Nişantaşı'nın başka yerlerini görecekti Mevlut elbette; sokağını ya da oradaki kapıcı dairesini falan...

“KENT ELE GELMEZ AMA KARAKTERİMİZİ BELİRLER”

GÜNAY: Genellikle kentteki insanı anlatıyorsunuz ama romanı okurken insandaki kenti görüyorum ben aynı zamanda. 
PAMUK: Evet, teşekkürler. Kent ele gelmez ama karakterimizi belirler. Dışarıdan geliriz, ona alışırız, onu öğreniriz, aynı Mevlut gibi. Tam öğrendim dersin bir bakarsın öğrendiğin her şey değişmeye başlar. Seversin, sen de ona katkı yapmışsındır, senin kuşağının binaları da vardır, belki de en sevdiğin zaman odur. Sonra bir bakarsın sen dışarı itildiğin gibi senin binalar da gidiyor. Bu üç aşamayı Mevlut da yaşıyor. Ben de birazcık yaşlandığım için Mevlut'un yaşlılığını da anlatmak istedim. Bizler de geçiciyiz, bütün o binalarla birlikte kuşağımız da gidecek. Öyle bir şey de var. Aman bizimkiler kalsın gibilerinden öyle hırslı da değilim.

ORAL: Anlatıcının yanı sıra bir de romanın karakterleri mesela Ferhat, Rayiha ve Süleyman da devreye giriyor, böylece bambaşka bir evren ve dil oluşuyor aslında. Siz bunu yanılmıyorsam ilk defa deniyorsunuz. Bu nasıl gelişti?
PAMUK: İnanın başta böyle bir fikrim yoktu. Olaylar başta klasik romandakine benzer biçimde “Mevlut gitti”, “Mevlut geldi” gibi üçüncü tekil şahısla anlatılacaktı. Sonra bu romanı ayakta tutan çeşit çeşit meslekten insanla, örneğin Beyoğlu Karakolu'ndan emekli olmuş polisle de röportaj yaptım, en çok bilgiyi de mesela oradan aldım. Sonra da onların sesini yansıtmak istedim. Onların pek çok öğretici cümlesi var kitapta. “Yoğurtçunun garibanı bozacı olur” da bunlardan biri. Bunları hissetmeye başladım. Onları yazmak istiyordum ve üçüncü tekil şahıs olarak biraz deneyeyim dedim. Kimse böylesini yan yana koymamıştı. Benim Adım Kırmızı'da ve Sessiz Ev'de birinci tekil anlatıcı kullanmıştım ama bunu Faulkner, Ses ve Öfke'de ve Döşeğimde Ölürken'de yapmıştı. Ama babadan kalma klasik romanın üçüncü tekil şahıs anlatımı Mevlut'un bakış açısına yakın. İkisini birleştirmeyi düşündüm ama kimse yapmamış. Acaba bir yanlışlık mı var diye düşündüm. Fakat devam ettim, oldu. 

AK: Tanrı anlatıcı ve benlerden oluşuyor...
PAMUK: Evet, niye başkası yapmamış diye ben de sordum kendi kendime ama ayarlaması zor, o resim olmasa karışmaya başlar.

“MEVLUT'UN TEK İSTEĞİ ŞEHİRDE MUTLU OLMAK”

ORAL: Ortaokul diplomasını aldığında "Türk olmanın dünyanın en güzel şeyi," olduğunu düşünüyor Mevlut ve daha sonraki bölümlerde "Türk olmak yoksul olmaktan daha iyi bir duyguydu" diyor...
PAMUK: O ikinci cümle şununla ilgili: O günlerde Mevlut hem ülkücülerle hem de Marksistlerle birlikte afişlemeye çıkıyor. Mevlut bu işte radikal biçimde takılacak bir adam değil ama şehirde var olma, çeşitli arkadaş gruplarıyla iyi geçinme, aynı anda ikisine de samimi bir biçimde inanma, mertliğe toz kondurmama gibi sebeplerle bunları yapıyor.

AK: Bir şekilde arada durmayı da biliyor...
PAMUK: Aslında onun tek bir kuvvetli ve önemli düşüncesi var: Şehirde mutlu olmak. Onuruyla şehirde ayakta kalmak istiyor.

ORAL: Şu an söylediğinizden bir yere varmak istiyorum... Hayali, aslında şehirde mutlu olmak diyorsunuz... Şöyle de önyargılar yok değil; özellikle o dönemde, köyden kente göç eden bireylerin bir an önce İstanbul'da mal mülk sahibi olmak için -Mevlut'un amcaoğullarında gördüğümüz gibi- birtakım hırslara kapılması... Bütün bunlar Mevlut'un çevresinde oluyorken o çok saf ve iyimser. Siz bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
PAMUK: Mevlut'u amcaoğulları gibi olmadığı için eleştirmek istemem.

ORAL: Kesinlikle haklısınız. Demek istediğim öyle bir şey değil...
PAMUK: Ama niçin Korkut ve Süleyman gibi değil diyorsanız romanda bunu zaten belirtiyoruz: Kahramanımız yakışıklı, bunu unutursunuz diye zaten söylüyoruz ama saflığını zaten göreceksiniz gibi bir laf söylememe gerek yok. Bu onun tarifi. Ama o saflıkla onu okura sevdirebileceğimi düşündüm. Yine o saflıkla birlikte, tam bir solcu ya da sağcı olsa tatsız olurdu. Biz Mevlut'un her iki dünyaya da girip çıkmasını istiyoruz. Çok eski bir kuram, bilindiği gibi tarihi romanda, örneğin Napoléon ya da başka krallar, bir de onların kuvvetli düşünceleri ve yüksek amaçları vardır. Bunlar tarihi roman kuramında önemli, gerçek kişilerdir. Tarihi romanı ayakta tutan bir başka şey de Julien Sorel'ler (Stendal'in Kızıl ile Kara adlı romanının kahramanı). Bunlar o kuvvetli fikirlere krallar kadar inanmaz. Onlar, kuvvetlilerin arasında var olmanın yollarını arar ve böyle olunca da tüm dünyalara; kralların, burjuvaların, köylülerin ve devrimcilerin dünyasına da girebilirler. Ama bir dünyaya ait çok kuvvetli düşüncelerin varsa o zaman Ferhat, Korkut, Süleyman ve Mahinur gibi yalnızca kendi dünyanda kalırsın. Ama Mevlut gibi her iki dünyayla da çatışmayacak kadar sinik ya da inançsız olduğun için değil, dünyaya bakışın başka türlü olduğundan -ki nüfusumuzun çoğunluğu da böyle- o zaman bütün dünyayı gösterebilirsin.

AK: Peki, bu bağlamda şunu söyleyebilir miyiz: Mevlut şahsiyet ve resmiyet arasında mı kalıyor?
PAMUK: Bu konuyu açtığınız için memnunum. Aynen öyle. Kitabın önemli düşüncelerinden biri; baskıcı bir toplumda şahsi düşüncemizin ortaya çıkmadığına dair. Ancak bu Ferhat'la Mevlut arasında ortaya çıkıyor. Çünkü onlar arkadaş. Arkadaş dediğin şahsi düşünceni açabildiğin adamdır. Arkadaşlığın tarifi bu ve onlar da birbirini görür görmez, daha ortaokul yıllarından arkadaş oluyor. Arkadaşlıkları biterken artık şahsi düşünceleri değil resmi ve tahsildarlık üzerine düşüncelerini sarf ettikleri için arkadaşlık bitiyor. Burada şunu demek istiyorum: Baskıcı bir toplumda -ki burada çizilen toplum tablosu da ne yazık ki öyle- var olmak isteyen, şahsi düşüncesini ancak arkadaşına saklayacak. Şahsi düşünceyle resmi düşünce arasındaki fark da yalnızca bir ikiyüzlülük farkı değil, bir hayat acısı farkı.

“ŞEHİRDEKİ DEĞİŞİMİ, ONU YAŞAYAN İNSANIN GÖZÜNDEN ANLATMAYI SEVİYORUM”

ORAL: Mevlut dışında roman kahramanları arasında en çok dikkatimi çeken Vediha oldu. Bir bölümde, kendi yaşamına dair yaptığı sorgulamayla sürekli "...doğru mu" diye soruyor. Onun bu soruları aslında çok önemli değil mi?
PAMUK: Ben bu bölümü size nasıl yazdığımı anlatayım. Ben bir bölüm yazacağım ve Vediha "doğru mu" diye soracak, dedim ve bir yıl boyunca bir yığın cümle biriktirdim. O "doğru mu" bölümünde Vediha gibi bir kadın en çok neye sinirlenir diye düşündüm. Tabii o bölümde romanı ilerletmeye yönelik kaygılarım da vardı, Vediha romana dair bazı ayrıntıları da veriyor çaktırmadan. 

AK: Vediha çileli bir kadın zaten...
PAMUK: Türkiye Vedihalarla dolu ama tipik demeyeceğim çünkü tipik deyince ezilmiş, pestil olmuş, bireyliği gitmiş insanlar anlaşılıyor. Ama sorularla dolu "doğru mu" bölümü Vediha'nın bireyliğini çok güzel anlatıyor.

AK: "Sokakta bozacı soyan adamlar var arık," diyor romanın bir bölümünde. Boza satıcıları yavaş yavaş sokaktan dükkânlara geçiyor. Bu durum toplumsal anlamda bir değişimin simgesi olarak mı gösteriliyor romanda?
PAMUK: Mevlut İstanbul’a geldiğinde geleneksel toplumun izlerini taşıyan bir kişi. Konuştuğum pek insan “Kimse bozacıya ilişmezdi, bozacıların öyle dertleri yoktu” dedi. Şimdi hem bozacının yeri hem de şehirdeki modernlik öncesi cemaat ruhu kalmadı. Gecenin karanlığında İstanbul sokakları artık kuralsız ve vahşi bir yer. 

AK: Romanın bir diğer meselesi, İstanbul’un değişimi aslında...
PAMUK: Ama ben onu yine de bağırarak söylemiyorum. Kahramanları, yaşadıkları şeyler üzerinden anlatıyorum. Bazen Mevlut fark etmiyor, kendi ekonomik dertleriyle uğraşırken bir bakıyor ki karşıdan karşıya bile geçemiyor. Çünkü yol kapatılmış, ötelerde bir üstgeçitten geçmesi gerekiyor. Şehirde yaşanan değişimi, o değişimin içindeki insanın gözünden anlatmayı çok seviyorum. Burada tehlike babadan kalma “Ahh eskiden İstanbul ne güzeldi; Anadolu’dan geldiler doldurdular buraları” söylemi. Şehrin değişimini yukarı sınıf bakışı ya da eski İstanbul nostaljisi olarak değil, orada yaşayan insanların gözünden anlatmaktı derdim. Mevlut da bu anlamda çok uygun bir kahramandı.

ORAL: Peki, siz bu değişime kızmıyor musunuz? Bunca inşaat, gökdelenler, yeni yeni küçük şehirler, yani aslında değişen “yeni İstanbul”…
PAMUK: Kızmak kızmamak değil. Benim işim anlamak. Toplumsal değişim her zaman bir öfke getirir. Onun farkındayım. Yaşadığın bir şehir, bakıyorsun manzara değişiyor. Ona bile öfkeleniyorsun. Bir şekilde kentle duygusal bağımız var. Herkes kendi içinde yaşadığı şehir biraz daha güzelleşsin ama daha fazla değişmesin ister. Fakat şehrin nüfusu bir milyondan on milyonlara çıkmış. Bu insanlara da ev lazım, onlar da sobalı değil kaloriferli iyi evler istiyor yani talep var. Yapılan binaları çirkin bulmakta haklı olabiliriz ama bu talebi haksız bulamayız. Mevcut iktidara muhalefet etmek için o kadar haklı sebeplerimiz var ki… 

ORAL: Nedir onlar?
PAMUK: İki tanesini söyleyeyim. Birincisi; düşünce ve ifade özgürlüğüyle baskıcı idare. İkincisi; 17 Aralık’tan sonra öğrendiklerimiz, yani “yakışıksız yolsuzluk”. Bu ikisi bu hükümete bir ömür boyu muhalefet etmek için yeterli sebep. Toplu konut ya da yüksek bina yapıyorlar gibi söylemler daha tartışmalı. Hükümete haklı bir muhalefet enerjisi var ama bazen haklılığı, çok da haklı olmayan yerlerde gördüğümde ben o konulara katılmıyorum. Evet, hükümeti eleştirelim, daha çok eleştirelim tabii. Laiklik de bir başka konu. Bunu niçin söylüyorum; kentsel dönüşüm mü diyeceğiz, TOKİ mi diyeceğiz, yüksek apartman mı diyeceğiz ya da gecekonduların dönüşümü mü? Buna yalnızca “çirkin binalar yapıyorlar” diye bakmıyorum. İnsanlar elbette iyi evlerde oturmak isteyecek. Burada sorunun her yanını görmek gerektiğini düşünüyorum. 

ORAL: Roman bitti. Kapak ve editöryel çalışma bitti. Artık sizden çıktı ve matbaada… Ne hissettiniz? Sonuçta ortada bir altı yıl var, bu evde, bu masada boşluk oluştu mu?
PAMUK: Gerçekten liseyi bitirmiş gibi hissettim kendimi. İnanamadım. Boşlukta kalıyorsun, devam etmek istiyorsun. Bir ara düşündüm acaba ben kitabı ve kahramanları çok sevdiğim için mi uzatıyorum diye. Hele kitabı bitirdiğimde elli kere üzerinden geçtim. Her cümleden sonra hangi cümlenin geldiğini biliyorum ama dört ay sonra sorsan hatırlamayacağım. Ama çok da mutlu oldum. Çünkü roman süresince yapmak isteyip de ertelediğim çok şeyi yapabileceğim. Yeni bir roman yazacağım, odamı, masamı toplayacağım, resim yapacağım. Ben bu romana başladığımda bu kahramanların hiçbiri oluşmamıştı ama romanı bitirirken ben Mevlut’u her yere götürebilirim dedim. Aslında artık Mevlut ben olmuştum zaten. Şimdi yeniden bir roman yazmak, sıfırdan inanabileceğim, son derece muğlak olan kişilerle kurmak bu romanı… En çok o zaman anladım ben bu adamlarla bir roman daha yazmak isterdim ama yapmam. Evet, ayrılmak zor…

Kafamda Bir Tuhaflık/ Orhan Pamuk/ Yapı Kredi Yayınları/ 477 s.


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler