Taner Timur: ‘Ortak tutku mutlak iktidar!’ Yeşim Dinçer'in söyleşisi
Günümüzün kimi liderlerinin ortak bir tutkuları olduğu kesin: mutlak iktidar! Her biri farklı bir söylem geliştirse de hiçbiri, 1930’ların faşist liderleri gibi, açıkça demokrasi düşmanlığı yapmıyor ve bu yüzden yönetimleri de daha çok “otokrasi”, “diktatörlük”, “otoritarizm” gibi sözcüklerle tanımlanıyor. Taner Timur’la yeni kitabı “Popülizm Dalgası, Sivil Darbeler ve Osmanlı Hülyası”nı konuştuk.
- “Popülizm
Dalgası, Sivil Darbeler ve Osmanlı Hülyası” başlıklı kitabınızda 2016-2020
yılları arasında dünya düzeninde bir dönüşüm yaşandığı saptaması yer alıyor. Bu
dönüşümün ipuçları ya da sinyalleri sizce neler?
Dönüşümün
uluslararası plandaki en çarpıcı işareti 2016’da ABD’de Donald Trump’ın
iktidara gelmesi oldu. Açıkça faşist düşünceler taşıyan bu iş adamının
başkanlık koltuğuna oturması ülkesinde bile çoğunluk için acı bir sürpriz oldu.
“Çoğunluk” diyorum, çünkü Trump, rakibi Hilary Clinton’dan üç milyon kadar daha
az oy aldı ve ancak seçim sisteminin azizliği ile Beyaz Saray’a çıkabildi.
Yine de
63 milyona yakın Amerikalının, seçim kampanyasını ırkçı, seksist, islamofob
tezlere dayandıran bir demagoga oy vermesi, tüm dünyada, özgürlük savaşları için
büyük bir tehdit oluşturdu. Kaldı ki dünyada faşizan akımlar zaten gelişme
halindeydi; Trump bunlara sahip çıktı ve liderleriyle kişisel “dostluklar”
kurdu. Doğrusu onların da buna ihtiyacı vardı ve bu “dostluğu” otokratik
yönetimlerini güçlendirme yönünde kullanmaya başladılar.
ALLAH’IN
LÜTFU!
Yine de
umut verici gelişme şu oldu: “Amerika’yı tekrar büyük yapmak!” sloganıyla
iktidara gelen Trump, “tweet”leri, konuşmaları ve icraatıyla yönetimini gülünç
kıldı ve alay konusu yaptı. “Başarılı” gibi sunulan iktisat politikası da korona
salgınına karşı savaş şekliyle bir iki ay içinde çöktü.
“Dönüşüm”ün
Türkiye’deki sinyalini de yine 2016’da yaşanılan darbe girişimi oluşturdu.
Darbenin başarısızlığı kuşkusuz çok partili hayatımız açısından çok olumluydu;
ama ne var ki Erdoğan’ın “Allah’ın lûtfu” dediği bu başarısız girişim, arkadan
da iki yıl sürecek olan bir OHAL yönetimine yol açtı. Böylece Türkiye, eşi
benzeri görülmemiş bir “Başkanlık” sistemine OHAL yönetimiyle geçti ve Erdoğan
da yine bu yönetim altında yeni rejimin cumhurbaşkanı seçildi.
‘AKP, BEŞ
YILDIZ AKIMININ İLK ÖRNEKLERİNDEN’
- Darbelerden
söz edildiğinde aklımıza ilk gelenler, demokratik kurumların henüz oturmadığı
“çevre” ülkeler oluyor. Burjuva demokrasilerinin krize girdiğini; dahası Fransa
(Macron) ve ABD (Trump) örneklerinden hareketle, bu ülkelerde sivil darbelerin
yaşandığını söylüyorsunuz. Bunların tezahürleri neler?
Son dönemde bazı ileri kapitalist ülkelerin
geleneksel parti sistemleri çöktü ve kendilerini sağ-sol ayırımının dışında gören
birtakım demagojik hareketler iktidar oldu.
Örneğin Trump, Cumhuriyetçi partinin olağan
çizgisi dışında bir adaydı; fakat bir kez seçimi kazanınca, partisi de onun
demagojik popülizmine teslim oldu. Fransa’da ise Sosyalist Parti’den gelen
Macron başkanlık seçimini kazanınca yepyeni bir parti kurdu. Milletvekili adayı
olmak isteyenler kendisine CV’lerini yolladılar, o da teker teker inceleyerek
aday listesini hazırladı. Şu anda Fransa parlamentosunda çoğunluğu bunlar
oluşturuyor.
Alain Badiou bunu bir bakıma darbeci III.
Napolyon rejimine (1851-1870) benzetiyor ve “III. Napolyon’dan beri ilk kez bir
‘parti’nin bir ‘aday’a değil de, bir ‘aday’ın bir ‘parti’ye sahip olduğunu”
söylüyor!
Aslında daha da geriye gidersek, bunun ilk
örneğini 2009’da İtalyan komedyeni Beppe Grillo’nun yarattığı “Beş Yıldız”
hareketinde görüyoruz! Bu “siyaset dışı” hareket de 2018 Mart’ında İtalya’da
büyük bir zafer kazandı. Bir bakıma, bizde “gömlek değiştirerek” 2002’de hızla
iktidar olan AKP de bu akımın ilk örneklerinden biri sayılabilir. Oysa Batılı
bir referans teşkil etmediği için bu kategoride adı geçmiyor.
DÜNYA LİDERLERİNİN ORTAK TUTKUSU...
- Brezilya’da
Bolsonaro, Hindistan’da Modi, Macaristan’da Orban, Türkiye’de Erdoğan gibi
liderleri birleştiren ortak bir ideoloji var mı sizce?
Bunların
ortak bir ideolojileri olduğu söylenemez, fakat ortak bir tutkuları olduğu
kesin: mutlak iktidar! İdeolojik planda ise gelişme düzeyleri ve uluslararası
konumlarına göre her biri farklı bir söylem geliştiriyor.
Bununla
beraber hiçbiri, 1930’ların faşist liderleri gibi, açıkça demokrasi düşmanlığı
yapmıyor ve bu yüzden yönetimleri de daha çok “otokrasi”, “diktatörlük”,
“otoritarizm” gibi sözcüklerle tanımlanıyor.
Emperyal
geçmişi olan ülkeler referanslarını tarihte arıyor; örneğin Putin, “Büyük
Petro”; Erdoğan, “Abdülhamit” diyor. Darbeler ülkesi Brezilya’yı da, daha
önceki darbeleri yeterince şiddet kullanmamış olmakla suçlayan Bolsonaro
yönetiyor.
AB üyesi
Macaristan’da Viktor Orban “otokrasi”sini yeni bir anayasa ile kurdu;
Hindistan’da ise Narendra Modi, Budistleri, Müslümanları, Sihleri yok sayarak,
“Hindu milliyetçiliği” diyor, başka bir şey demiyor!
Uluslararası
kapitalizmin 2008 krizinden sonra bir türlü toparlanamamış olması ve kırılgan
ekonomileri, bu ülkelerde zaten bu türlü demagojiye zemin hazırlamıştı.
“TUTARLILIĞIMIZ
‘POST-TRUTH’, HÜLYAMIZ OSMANLI”
- Kitapta
yer alan yazıların önemli bir kısmı da Türkiye’nin son dönem dış sorunlarına
ayrılmış. Büyük iddiaları bir yana bırakırsak, dış politikada tutarlı bir
çizginin ya da bir hedefin varlığından söz edebilir miyiz?
Gerçekçi
planda elbette yok; fakat “büyük iddia”ları da bir yana bırakamayız ve bu
planda bir “tutarlılık”tan söz edebiliriz. Oysa bu da “post truth” bir
tutarlılık oluyor ve temelinde de bir “Osmanlı hülyası” yatıyor. Emperyal
geçmişimizle doğru dürüst bir hesaplaşma yapamadığımız için bu hülya da
kitlelere hâlâ cazip geliyor.
Putin ile
Trump arasındaki “dostluk ve rekabet” ilişkileri Erdoğan için elverişli bir
zemin oluşturunca, o da bunları birbirine karşı kullandı ve bir telefon
diplomasisi yürüterek sanki dünyayı yöneten birkaç liderden biriymiş gibi bir
hava yarattı. Ne yazık ki gerçek dünyada bunun karşılığı yok ve dilerim devreye
salgın ve iktisadi krizin de girmesiyle bu “hülya” önümüzdeki dönemde bir
kâbusa dönüşmez.
‘SONUNDA
ADALET VE ÖZGÜRLÜK KAZANACAK’
- Kitabınızın
okurlara ulaşması, salgın ve karantina günlerine denk geldi. “Artık hiçbir şey
eskisi gibi olmayacak” deniyor. Sizce de öyle mi?
İnsanlar
tarihlerini kendileri yapıyorlar, fakat belli koşullarda yapıyorlar. Bugün korona
salgını da bu koşullara eklendi. Ne var ki geleceği yine de ulusal ve sınıfsal
çatışmalar belirleyecek ve bu açıdan da maalesef önümüzde parlak ufuklar görünmüyor.
Aslında
bu salgından çok daha korkuncunu insanlar yüz yıl önce yaşadı ve dünya nüfusu
iki milyar bile değilken “İspanyol gribi”nden 50 milyon kadar insan öldü. Öyle
ki sosyolog Max Weber, şair Guillaume Apollinaire, ressam Egon Schiele, romancı
Franz Kafka, animatör Walt Disney de hastalığa yakalananlar arasındaydı ve ilk
üçü bu yüzden hayatını kaybetti.
Aslında o
tarihlerde sosyalist, antikapitalist partiler bugünkünden çok daha güçlüydü. Ne
var ki Brecht’in ifadesiyle, kapitalizmin “iğrenç mahlûklarla dolu karnı”
sonunda faşizmi doğurdu. Yanlış anlaşılmasın, asla “yine öyle olur!” diye
düşünmüyorum; aksine sonunda adalet ve özgürlüğün zafer kazanacağına
inanıyorum; yeter ki tüm demokratlar kendi aralarındaki ayrılıkları bırakıp,
yükselen popülist ve faşist güçlere karşı cephe oluştursunlar!
Popülizm Dalgası, Sivil Darbeler ve Osmanlı Hülyası / Taner Timur / Yordam Yayınları / 320 s. / 2020.
En Çok Okunan Haberler
- Suriyeliler memleketine gidiyor
- İlber Ortaylı canlı yayını terk etti!
- Yaş sınırlaması Meclis’te
- İBB, Bilal Erdoğan dönemindeki taşınmazları geri aldı
- ATM'lerde 20 gün sonra yeni dönem başlıyor
- Erdoğan'dan flaş 'Suriyeliler' açıklaması
- Lütfü Savaş CHP'den ihraç edildi
- Suriye’de şeriatın sesleri!
- 'Onun ne olduğunu iyi biliyoruz'
- DEM Partili vekillerle 'Suriye' atışması!