Tanrı koskocaman bir çocuk mu yoksa?

Kim olduğumuzu tam olarak bilemeyiz. Yaşamın büyük sorunları üzerine kafa patlatıp –şan, şöhret, zenginlik de elde etmek mümkün- basit bir hastalığa yenilebiliriz. Michael Douglas’ın başarıyla oynadığı bir dizi var, izliyorum. İki yaşlı arkadaşın öyküsü… Kadınlar, cinsel sorunlar, korkular, hastalıklar, kızları var ve onların başına gelenler konu ediliyor.

Yayınlanma: 22.01.2021 - 15:11
Abone Ol google-news

Gazeteci John Reed’in Bolşevik Devrimi adım adım anlattığı kitabı “Dünyayı Sarsan On Gün İçin”, Lenin: “İşte milyonlarca basılmasını, bütün dillere çevrilmesini isteyeceğim bir kitap”  diyor. Devrimci olmak, devrimle barışık yaşamak kolay iş değildir. Kurulu düzen, farklı gerekçelerle herkesi avutur, belki de korur. Yıkmak beceri ister, yerine daha iyi olanı kurmaksa çok iştir; yaratıcılık ister, zekâ ve elbette siyasal güvenilirlik ister. En zor olan tarafı da, yeri geldiği zaman acımasız olmayı becermektir. Kansız, acısız devrim söz konusu değildir. Severek okuduğum Marxist yazar Terry Eagleton’un; “Devrimlerin ilk yirmi yılı savunulamaz, orada kan ve gözyaşı vardır” cümlesini anımsarım.

Devrim kararlılık, cesaret işidir. En önemlisi zamanlamadır. Dünyanın tüm devrimcileri doğru zamanda sahne almışlardır; biraz önce ya da sonra olsa şu an adlarını bilmemiz mümkün değildi. 

Üstelik onlara “hain” diyenler çoğunluk olacaktı.

Umberto Eco

 “Bir insanda bütün insanlar vardır” derken Montaigne, her birimizin iyi ve kötünün sınırlarını zorlayacak kadar karmaşık olduğumuzu söylüyordu. Evreni tamamen kavrama olasılığımız yok. Bilimci nasıl büyük iştahla bu uçsuz bucaksız maceranın peşine düşerse, sonunda elinde avucunda bir şey olmayacağını bildiği halde, edebiyatçı da bunu insan ruhu için yapar. Sonuna dek bilmemiz mümkün olmayan, tuhaf, risklerle dolu yolculuktur bu. 

Pessoa’nın kendine türlü adlar vererek -kılıktan kılığa girmek demektir bu- sandıklar dolusu, binlerce sayfa yazması bundan olsa gerek. Birden fazla kişi olduğunu biliyordu, yaşanacak tek ömrü vardı ve ancak bu yolla kendinden fazlası olabilirdi. Umberto Eco bana: “Kitap okuyorum çünkü sadece tek bir yaşama mahkûmum, bu yolla çeşitli yaşamlar sürüyorum” demişti. Yazmak ve okumak arasındaki ilişki geçirgen elbette…

Pessoa, yazı yazan birinin bunları yayınlamasını ayıp sayıyordu. Eco: “Kendi için yazan aptallardan olmadım” diyor. “İnsan, sadece marketten alacaklarını yazdığı notları kendi için oluşturur. Bunun dışında her yazı biri okusun diyedir” diye ekliyor. Pessoa illa yazı yayınlanacaksa, yazarın “başarısızlık dışında beklentisi olmamalıdır” diyerek tartışmayı derinleştiriyor. Bu iki yazar aynı dönemde yaşamadı. Eco’nun Pessoa’yı bilmediğini düşünemem. Birbiriyle karşıt tezler miydi öne sürdükleri? Bence hayır! 

Yığınlara seslenmek kaygısı güttüklerini sanmıyorum. Hatta Pessoa’nın eylemi suç saymasını Eco onaylar, zaman kaybı sayar bence. Pessoa hayallerden öte yaşam olmadığını söylüyor. Eco da yıllarca süren akademik yaşamın ardından “Neden roman yazdınız?” diye sorulduğunda “Canım istiyor da ondan” diye yanıt veriyor. 

Pessoa “Sanat, bir yalnızlıktır. Sanatçı başkalarını tecrit etmenin, yalnız başına kalmaya heveslendirmenin yolunu bulmalıdır” derken devrimci lideri de tarif eder bence. Devrim yapmak için yola koyulan kişinin geniş kitlelere rağmen yola çıktığını bilmemesi mümkün değildir, şu halde yapayalnızdır. Hatta öylesine büyük yalnızlıktır ki bu, yoldaş olarak yanında bulunanlar şu ya da bu sebepten eksilir, sonunda çizdiği yolu tek başına yürümek gerekir. Büyük yaratıcılar tutumları itibarıyla birbirine benzer, her biri kocaman dağ gibidir; onları sevme nedenimiz her ne ise, aynı gerekçe ile uzak dururuz. 

Sanatçının/yazarın tıpkı devrimci gibi bir yanı acımasızdır. Bu tuttuğu yoldan kaynaklıdır. Söz konusu olan bencilik değildir, yığınların direnci karşısında keskinleşmişlerdir. Evrenin gizini çözemediği için önce tanrıyı yaratır insan. Buluşu ilk yapanın devrimci, sanatçı olduğunu kabul ederim. Peşine düşenler için aynı şeyi söylemem mümkün değil. Artık kitleler peşine düşünce yalnızlaşır orada yaratıcı kişi! Bu hep böyledir. 

Garip kovalamaca diyelim!

Kar görmeyen çocuklar var. Başka türlü düzende yaşama olanağı olduğunu da bilmiyorlar. İnsan, eğer içine doğduğu kabın biçimini alırsa kendini mutlu sayıyor. Değil aslında, kabı parçalama çabasıdır bizi ayakta tutan. Yılbaşı gecesi çocuklar için toplandık; salgın, geçmişe daha bir yüzümüzü çevirmemize neden oldu, ah o anımsamak, bir tür sayıklama gibi!

Geç saat, eteklerini dalgalandırarak dans etmeye başladı annem. Üzerimize sinen ölü toprağı dağılsın, sisli görüntü berraklaşsın dize. Teyzemlerin, Fatih’te sobalı evleri vardı. Masaya toplanır tombala oynardık. Kahkaha tükenmezdi. Anneannemin el çırparak söylediği Arapça şarkılar düştü aklıma. Bir yılbaşı günü ardından öldü. O gün bugündü dondu duygularım. 

En yakın dostumu yitirmişim meğer.

“Tanrı koskoca bir çocuk olmasın sakın?” diyor Pessoa. Çocuk her zaman masum değildir üstelik.

Acımasız bir çocuk olsa gerek!

Kim olduğumuzu tam olarak bilemeyiz. Yaşamın büyük sorunları üzerine kafa patlatıp –şan, şöhret, zenginlik de elde etmek mümkün- basit bir hastalığa yenilebiliriz. Michael Douglas’ın başarıyla oynadığı bir dizi var, izliyorum. İki yaşlı arkadaşın öyküsü… Kadınlar, cinsel sorunlar, korkular, hastalıklar, kızları var ve onların başına gelenler konu ediliyor. Yalnızlık, evet bir de yalnızlık var. Sevdiklerinin ölümü, çağa ayak uyduramamak, önce prostat büyümesi, derken akciğer kanseri. 

“Büyük Patlama”dan ya da “Kara Delik”ten her zaman daha önemlidir idrarını tutamamak!

Tek tek kişiler için iyilik yapmak zor, yorucudur. İnsanları bir bir sevmek imkânsızdır hatta. Onca ayrı kişiliği dert etmek, bunca yükü sırtlanmak çılgınca olsa gerek. Oysa “toplum” kolayca sevilir, merhamet edilebilir ona. Kalabalık biri değildir, herkestir ve herkesle anlaşmamız gerekmez. Ondan hiçbir şey beklemeden tek taraflı vermek yeterlidir. İyi olmanın ölçüsü budur. Eğer iyi olmak gerekliyse, emin değilim ayrıca.

Kapakta: Umberto Eco


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon