Timur Selçuk: Müziklerim bir başkaldırıdır
Yazar Buket Uzuner müzisyen Timur Selçuk ile söyleşti.
Bizim kuşakları müziği ve düşünceleriyle derinden etkilemiş, eserleri ülkemizin çağdaş müzik klasikleri arasında yerini almış, özgün müzisyenlerimizden Timur Selçuk ile konuşmak, itiraf etmeliyim ki, en çok kendim için ve uzun süredir büyük heyecanla beklediğim bir kavuşmaydı. Galapagos’tan Malaga’ya, Çorum’dan Kayseri’ye yıllardır yollarda mutlaka birkaç tane Timur Selçuk şarkısıyla seyahat ederken ve yazarken kendime zaman zaman, özellikle ilk gençliğimde benim gibi binlerce insanın hayatına şarkıları ve oyun müzikleriyle büyük zenginlik ve derinlik katmış bu dâhi besteciyle buluşup, ona teşekkür etmeye söz veriyordum. Sonunda oldu. Geçen hafta Beyoğlu’nda 1977 yılından beri öğrenci yetiştirdiği “Çağdaş Müzik Merkezi”nde onunla buluşmaya giderken, artık sizlerin tanıdığı bir kadın yazar olarak değil, on yedi yaşında ilk aşkını, ayrılık hüznünü ve devrimci ruhunu onun şarkılarıyla paylaşmış, ilk öykülerini “Ayrılanlar İçin”den “İspanyol Meyhanesi”ne, “Sen Neredesin”den “Karantinalı Despina” şarkılarıyla yazmış, yüreği pır pır atan genç bir kız olmuştum yeniden. Bu yüzden şimdi okuyacağınız röportaj bir yazarın gençlik idollerinden biri olan değerli bir müzisyenle yaptığı hayranlık dozu yüksek bir konuşma oldu. Uyarmadı demeyin.
Dünyayı erken tanıdım
-Bizim kuşaklarda birçok genç, Türkçenin değerli şairlerini sizin şarkılarınızla tanıdı. Bunlar arasında ilk aklıma gelenler Faruk Nafiz Çamlıbel ve Ümit Yaşar Oğuzcan, Nâzım Hikmet, Orhan Veli, Attilâ İlhan... Nasıl seçiyorsunuz şiirleri, ilham mı, lirik mi, “sizin yanınızda ukalalık etmek gibi olmasın, prozodi denen müziğin sözlere uyumu mu? Böylesi müthiş şiirler seçmeniz zaten şiirle ilişkinizin çok iyi olduğunu anlatıyor, peki siz şiir yazdınız mı? Sizin asi, dik başlı, devrimci müziğiniz ama aynı zamanda hüzünlüdür de... Siz asla acının ve umutsuzluğun değil, hüznün ve umudun sesi oldunuz.
Şiir beni seçer, gelip beni bulur. Gelir benim gönlüme girer. Ben şair değilim ama iyi şiirden anlarım. Onu bestelerim. Çocukluk ve gençlik yıllarım annemden ötürü tiyatro provaları ya da babamdan ötürü konser provalarında geçti. Dünyayı erkenden tanıdım. Bu yüzden benim bütün müziklerimde bir devrimci yan vardır. Bir başkaldırıdır o. Benim hüznüm de mizahım da devrimcidir. Aşk şarkılarım, oda orkestrası eserlerim ve oyun müziklerim de öyledir. Hepsinde ileriye dönük bir duruş vardır. Ufak tefek bir şeyler, şarkı sözleri yazdım ama benim şair yanım yok. Fakat güzel konuşurum. Dürüst bir insan olduğum için ben konuştuğumda insanlar benim yalan söylemeyeceğimi bilir. Çünkü yalan inanmadığın bir şeyi söylemektir.
-Romalıların “genius”, eski Yunanlıların da “demon” dedikleri esin, o zamanlar ilahî bir güç olarak dışardan gelip yaratıcı insanların ruhuna girmiş gibi kabul edildiği için kötü eser üreten sanatçılar hiç suçlanmıyormuş. ‘Ne yapsın esini kötüymüş zavallının” diyor olmalılar? O zamanlar sanatçı depresyonu, yazar- tıkanması gibi dertler de yoktu herhalde. Rönesans’la birlikte insan dünyanın merkezine konunca bu sihir bozulmuş, iyi ve kötü eserlerinden artık sanatçıların bizzat kendileri sorumlu tutulmaya başlanmış. Size esin nasıl gelir, nasıl bestelersiniz o müthiş şarkıları?
Peygamberlere barıştan ve hayırdan yana vahiyler gelmiştir. Sanatçıları da beşinci, onuncu dereceden belki biraz onlara benzetebiliriz. Sanat da bir çeşit vahiydir. Bunların dile getirilmesi hem müzikal dil anlamında hem de ifade dili açısından birtakım sıkıntıları beraberinde getirebiliyor. Ben sol şarkılarım, Nâzım Hikmet’ler, tiyatro müziklerimden çok yargılandım onlardan, on beş yıl hapsim istendi.
‘Ahlaklı yurttaş’
-Bunları genç kuşaklara hatırlatmak gerekiyor
Evet haklısın. Fakat asıl önemlisi, bu coğrafyada bizim tek bir etnik veya tek bir dini kimliği en tepeye koymamızın yanlış olmasıdır. Çünkü bu tercih bizim coğrafyamızda bütün dengeleri bozar. Bizim burada en tepeye koyacağımız tek değer, “ahlaklı yurttaş” olmalıdır. Kimdir o? Üreten, paylaşan, zulme sessiz kalmayan ve zalime boyun eğmeyen kişi “ahlaklı yurttaş”tır. Diğer bütün kimlikler bunun altındadır. İster solcu ister sağcı olsunlar. İster inansın ister inanmasın ister beş vakit namaz kılsın veya kılmasın, yeter ki “ahlaklı yurttaş” olsun. Bak Buketciğim, piyanonun her sesi için üç teli vardır. Akortör tek ses için o üç teli akort eder. Her insanın doğru ses vermesi için de üç teli vardır. Bunlar, aile, eğitim ve doğuştan getirdiği özelliklerdir. Bunlar doğru akort edilmelidir.
-Attilâ İlhan’ın çok sevdiğim üç şiiri var, besteleriniz arasında. “Eski Sinemalar”, “Karantinalı Despina” ve “Böyle Bir Sevmek.”
Attilâ Ağbi bana: “Ben seni beş yaşında teyzenin elinden tutmuş İzmir’de dondurma yerken hatırlarım” demişti. Bunu hiç unutmam. Aslında onun daha fazla şiirini besteledim ama kaydetmediklerim vardır. ‘Eski Sinemalar” çok güzeldir. “Karanlığa dağılan o çocuk ben miyim?” Müthiştir Attilâ Ağbi’nin şiirleri, ne kadar derindir. ‘Timurcuğum, bunları aldın besteliyorsun ama bu şiirleri zamanında edebiyatçı geçinenler anlamamıştır’ derdi.
-Sizinle yapılmış bazı eski röportajları YouTube’dan izledim. Herkesle iyi geçinerek basında yer alan bazı ünlülere benzemediğiniz için size “zor ve sert üsluplu” gibi etiketler yapıştırmışlar. Zeki insan hızlı düşünür, yavaşlık onu bezdirir. Siz yine de kaba saba suçlamalara tahammül gösteriyorsunuz. O röportajlarda “maalesef 5 yaşında piyanoya başladım” diyorsunuz. Neden?
Galatasaray Lisesi’nde çok parlak bir öğrenciydim. Hep iftharla geçtim. Öğretmenlerim benim matematikçi olmamı isterdi. Matematiğim çok iyiydi. Sınıf arkadaşlarım arasından birçok bilim insanı çıkmıştır. Yazın arkadaşlarım tatile giderdi, ben günde 4-5 saat piyano dersi, sonra Caddebostan’da yüzme antrenmanlarına koşardım. Galatasaray Genç Takım yüzücüsüydüm. Yüzme de büyük aşkım. Biraz fazla stresli tabii. Sonra Paris’te mide kanaması ve iki ameliyat... Pişman mıyım? Yok. Hayır.
Bazı insanlar...
-Çok bencilce olacak ama çektiğiniz tüm sıkıntılara rağmen iyi ki, bilim insanı olmamışsınız. Zaten siz eninde sonunda mutlaka sanatçı olacaktınız. Başka çareniz yoktu çünkü Türkiye’nin Cumhuriyet Dönemi’ne damgasını vurmuş çok önemli ve ünlü besteci Münir Nurettin Selçuk ile yine ünlü bir tiyatro oyuncusu Şehime Erton’un oğlusunuz, beş yaşında piyano çalmaya başlayıp, yedi yaşında konser vermiş dâhi çocuklardansınız. Evet bunlar çok değerli ama bir o kadar da taşıması ağır ve bedeli büyük miraslar.
Bazı insanlar görevli yollanır dünyaya.Annemle babam nurlar içinde yatsınlar.Stresin yarattığı sağlık sıkıntısı dışında hiçbir şikâyetim yok.
Handan Selçuk: Rahmetli kayınvalidem, “Timur beş yaşında piyano çalmaya başladığı için oyuncakla oynayamadı” derdi. Bu yüzden Timur’un kızları da on beş yıl önce oyuncak tren armağan ettiler babalarına.
Şarkı artık bana yetmiyor
-Bu güzel ayrıntıyı mutlaka yazmalıyım. Büyük sanatçıların aile içindeki samimi ve sıcak jestlerini duymak hepimize iyi geliyor. Son sorum da neden artık şarkı yazmıyor, bestelemiyorsunuz, olacak? Özellikle müziğin ruhunu kaybettiği, her anlamda etik çözülmelerin canımızı çok sıktığı, güven ve umudun sarsıldığı günümüzde sizin gibi bestecilere çok ihtiyaç varken sessizsiniz. Sıkıldınız mı? Ya da ortalıktaki kötü örneklere mi kızdınız?
Son yıllarda daha çok oda müziği, Mimar Sinan Oda Müziği, Yunus Emre ve Mevlâna Bale Müziği, senfonik eserler besteledim. Şarkı artık bana yetmiyor demek ki... Doğrusu bazen “yeter artık!” dediğim oluyor. Biliyor musun benim sabrım sıkıntıları taşımak içindir Buketciğim, başka konularda sabırlı değilim.
***
2017 sonbaharında ışığı bol bir günde üç saatten fazla çok güzel zaman geçirdiğim Çağdaş Müzik Merkezi’nden çıkıp, Kadıköy vapuruna binerken, o gün yanımda benimle gezen, müzik idolü Timur Selçuk’la sohbet etmiş, onunla anılar paylaşmış ve anılar oluşturmuş olmanın mutluluğuyla gülümseyen on yedi yaşındaki kıza sevgiyle baktım. Vapurdakilere aldırmadan “Yollarımız burada ayrılıyor...” diye şarkı mırıldanıyordu. Gençliğimi uzun zamandır görmemiştim, özlemişim. Mutluluğu içimi ısıttı. Teşekkürler Timur Selçuk!
Biz kendimizle besleniriz
-Norman Mailer adlı yazar “Her kitabım beni biraz daha öldürdü” demiş. Hakikaten öyle. Ben roman yazarken geçen o dört-beş yılda en sevdiklerimden bile tecrit oluyorum, çok yorucu, beni tüketen bir süreç o üretme süreci. Siz nasıl yaşıyorsunuz bunu?
Biz kendimizle besleniriz yazarken. Uykumuzdan fedakârlık ederiz. Yememiz, içmemizden fedakârlık ederiz, ya da çok yeriz. Dokunan şeyleri yeriz. Ya da yaşam tempomuz değişir. İki gün bir şey yapmadan avare dolaşır, ondan sonra beş gün kapanırız. Bu bende biraz eksik, çünkü ben henüz 21 ve 23 yaşımda iki kez mide ülser ameliyatı geçirmiş bir mide hastası olduğum için, benim daima daha düzenli bir hayatım olmak zorundadır. O üretme sürecinde sanatçı çevresindekileri, evliyse, sevgilisi varsa, yaşlı anası-babası, çoluğu çocuğu varsa, işi gücü varsa bütün onlardan yiyordur. Olmadan da yazamaz. Yaratıcı insanlar çevresinde kendilerinin sanatçılığına inanan bir cemaat oluşturmak zorundadırlar. Onlar kendine inanınca sanatçıyı desteklerler. Bu çağda bu artık mümkün değil. Ben bu konuda çok şanslıyım, eşim Handan ekmektir, sudur bana, sağ olsun. Otuz senedir hep destek gördüm Handan’dan.
En Çok Okunan Haberler
- Op. Dr. Dericioğlu başında poşetle ölü bulundu
- 500 bin TL'nin aylık getirisi belli oldu
- Suriyeliler memleketine gidiyor
- Yaş sınırlaması Meclis’te
- Marmaray'da seferler durduruldu!
- Suriye'de herkesin konuştuğu ölüm listesi
- Apple'dan 'şifre' talebine yanıt!
- Erdoğan'dan işgale 'isimsiz' tepki
- İlber Ortaylı canlı yayını terk etti!
- Suriye'nin yeni başbakanından ilk açıklama