Uğur Mumcu’nun akademik çalışması basında ilk kez Cumhuriyet aracılığıyla yayımlanıyor: Osmanlı değerlendirmesi*

Bazı yasaların sosyolojik açıdan uygulanıp uygulanmadıklarını ve Batı tipi kurumların yaşama şanslarını araştırırken bu gibi değerlendirmelerin yapılmaması sanırız büyük bir eksikliktir. Salt hukuksal sorunlar araştırılırken, bu hukuksal kural ve kurumları oluşturan hukuk dışı nedenlerin araştırılmaması bizleri sadece “dogmatik” araştırma yapmaya zorlamaktadır. Bu kuru “kanunculuk” ise sorunlara çözüm yolları getirmemektedir.

Yayınlanma: 24.01.2021 - 03:06
Uğur Mumcu’nun akademik çalışması basında ilk kez Cumhuriyet aracılığıyla yayımlanıyor: Osmanlı değerlendirmesi*
Abone Ol google-news

Osmanlı Devleti, ilk kuruluşunda toprak rejimine dayanan bir askeri yönetimdi. 

Askeri ve siyasal amaçlara göre örgütlenen devlet, Selçuk Türkleri ile öteki Türk devletlerinin siyasal ve askeri kurumlarından esinlenerek kurulmuştu. Türk-İslam geleneklerinin temel yapıldığı devlet, teokratik yapıda ve düalist hukuk sistemi içinde yönetilen bir ortaçağ devleti niteliğindeydi.

Devletin siyasal örgüt biçimini toprak düzeni ve toprağın bölüşümü belirtiyordu. Bu yönetim biçimi Osmanlılara ilk kez bulunmuş ve uygulanmış değildi. Siyasal ve askeri yapı Türk İslam devletlerinin ortak özellikleriydi.

Askeri otoriteye sıkı sıkıya bağlı Osmanlı Devleti’nde toprağın yönetimi bazı özel koşullara bağlı olarak özel kişilere verilirdi. Miri arazi denilen ve çıplak mülkiyeti devletin olan toprakların işletilmesi belli kişilere verilir; devlet toprakları kendisine işletilmek üzere bırakılan bu kişilere “dirlik” ya da “tımar” sahibi denirdi.

Dirlik sahibi arazinin maliki değildi. Sahibi arz denilen ve asker memur karışımı yetkilerle donatılmış görevliler, halktan vergi alır; bunu devlete verir. Devlet vergiyi, doğrudan doğruya değil dirlik sahipleri eliyle toplamış olurdu.

Merkezi siyasal örgütün güçlenmesi ve toplum içersinde iki ayrıcalıklı grup yaratmaktaydı. Bunlardan birincisi “saray aristokrasisi” ikincisi de “Mülk sahipleri (dirlik sahipleri)” idi.

Devlet toprağını bölüşen dirlik sahiplerini güçlü bir hiyerarşi ile kendisine bağlardı. Bu hiyerarşik örgütün başı her türlü sınırsız yetkinin sahibi olan padişahtı. Mülki ve askeri hizmetlilerin çoğu devşirmeydi. Yöneticilerin büyük çoğunluğu Kırım ve Kafkas pazarlarında satılan kölelerden oluşurdu. Bunlar gerekli özen ile yetiştirilirlerdi. Bunlara askeri-siyasal eğitim verilirdi. 

Mülkiye sınıfı Enderun denilen bir idare okulunda yetiştirilirdi. Bu sınıf içerisinde sadrazamlar, vezirler, beylerbeyleri ve sancak beyleri girerdi. Geleceğin yöneticileri Enderun’da çağın koşullarına göre düzenli bir eğitim görürlerdi.

AYRICALIKLI SINIFLAR

Kadılar, naipler ve kazaskerler ise devletin teokratik özelliklerine bağlı olarak bazı ayrıcalıklara sahiplerdi.

Bunlara “ilmiye sınıfı” denirdi. “Seyfiye sınıfı” yüksek kumanda kurulları dışındaki askeri sınıfları ifade ederdi. “Kalemiye” sınıfı ise devletin günlük işlerini gören memurlarıydı.

Osmanlı Devleti güçlü bir merkezi otoriteye dayanmak zorundaydı. Devlet fetih politikası ile genişlerken bu idari sınıfların görevleri de gittikçe genişliyordu. Osmanlı Devleti’nin yükselme devirlerinde bu yönetim biçimi yararlı olmuş ve devletin kuvvetli yapısı korunabilmişti. Ancak gerileme ve duraklama devirlerinde, devletin bu örgütsel yapısı da geniş ölçüde bozuşmaya ve çökmeye uğramıştı.

Osmanlı Devleti son zamanlarında, Batı’nın da etkisi ile kurumlarını Batı modellerine göre düzenlemek ihtiyacını duydu. Mülki idareyi çağın koşullarına göre düzenlemek amacı ile “Umuru Mülkiye Nezareti” kuruldu.

“Reisülkittaplık” makamı da 1835 yılında “Hariciye Nezareti” adı ile yeniden örgütlendi. Devletin tüm işlerini ve yazışmalarını yürüten “memur amedi odası”, içişler ve dışişler olmak üzere iki bölüme ayrıldı. Batı’nın ordu ile ilgili yasa ve kuralları incelemek üzere “Deri Şuray-ı Asker” kuruldu. 

Bundan sonra tüm Batı kurumları tek tek alındı. “Meclisi Valayı Adliye” “Darı Şurayı Babıali” adlarına iki meclis kurularak devlet yönetiminde, yeni ilkeler kabul olundu.

TANZİMAT VE EMPERYALİZM

...Tanzimat devri tarihimizde çeşitli açılardan değerlendirilmektedir. Bu devir Batılılaşma çabalarının ilk aşaması olarak kabul edildiği gibi Batı emperyalizminin Türkiye de egemenliğini kabul ettirmesi olarak tanımlanmaktadır. 

Bazı yasaların sosyolojik açıdan uygulanıp uygulanmadıklarını ve Batı tipi kurumların yaşama şanslarını araştırırken bu gibi değerlendirmelerin yapılmaması sanırız büyük bir eksikliktir. Salt hukuksal sorunlar araştırılırken, bu hukuksal kural ve kurumları oluşturan hukuk dışı nedenlerin araştırılmaması bizleri sadece “dogmatik” araştırma yapmaya zorlamaktadır. Bu kuru “kanunculuk” ise sorunlara çözüm yolları getirmemektedir.

Sanayi Devrimi’nden sonra, pazar arayan Batı ekonomisinin Doğu ile ilişkiler kuracağı bir toplumsal zorunluluktu. 1838 ticaret anlaşması ile Batı kapitalizmi Osmanlı ekonomisi ile sıkı ilişkilere girmişti. Devlet örgütünün düzenlenmesi ve Batı tipi bir memur kadrosunun yaratılması, yani “bürokrasinin” Batılı kurallara benzetilerek örgütlenmesi “Batılılaşmanın” gereği sayılmaktaydı.

Batı sermayesi Tanzimat ile birlikte, yatırım yapacağı alanlarda idari ve hukuksal kolaylıklar istemekteydi. Batı açısından görünüm bu koşullara bağlıydı. Merkeziyetçi devletlerin o çağdaki örgütlenme biçimi de bunu gerektiriyordu.

* Uğur Mumcu’nun Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi dergisinde 1971’de yayımlanan “Türk Hukukunda Memurların Yargılanması” adlı akademik makalesinden bölümler olarak alınmıştır.


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler