Zülfü Livaneli'den 'Kardeşimin Hikayesi'
"Kardeşimin Hikâyesi" aşkın mutlulukta ulaşılacak son nokta olduğuna inananları bir kez daha düşünmeye davet eden, aşka, aşkın karmaşıklığına ve tehlikelerine dair bir roman.
Yazınsallaştırma Yöntemi Olarak Ayrıksılaştırma
Zülfü Livaneli “Kardeşimin Hikâyesi” romanında seçtiği yazınsal tür ve anlatılaştırma yöntemiyle okuyucunun ilgisini canlı tutan sürükleyici bir gerilim ilişkisi kurmayı başarmıştır. Romanın başat izleği, Arzu Kahraman cinayeti etrafında düğümlenen ve Sovyetler Birliği’nin dağılma süreci sonrasıyla ilişkilendirilen son derece ayrıksı bir aşk ve kişilik betimlemesidir. Livaneli, kurguladığı başkahramanı, alışkanlıklarıyla, davranış ve düşünüş tarzıyla, yaşamı ve mekânları düzenleyiş şekliyle sıra-dışılaştırmıştır. Örneğin, Ahmet çok uzun zamandan beri ne kimseye dokunur ne de kimsenin kendisine dokunmasına izin verir. Bu yüzden, gazeteci kızın “teşekkür tokalaşması” için dokunması üzerine, “başı döner, kanı çekilir, damarları büzüşür, yer ayaklarının altından kayar ve korkunç bir sesle haykırır.” Haykırmasından büyük tehlike altında olduğunu sanan köpeği, zincirini kopararak gazeteci kıza saldırıp “parçalamaya” kalkar.
Bu satırları okurken Brecht’in Berlin Ensemble adlı tiyatrosunda olayları ve kişileri “sıra-dışılaştırma” veya “tuhaflaştırma” konusunda oyunculara yönergeler verdiğini düşündüm. Ayrıksılık, salt bu roman figürüyle de sınırlı değildir. Ahmet, yeme-içmesi, giyim-kuşamı, zaman algısı bakımından da sıra-dışıdır; evinin “cinayet odası” diye adlandırdığı odasında Nietzsche’nin “aktif unutma” savı üzerine çalışmakta, “unutma erdemi” hakkında deneme yazmaktadır. “Niçin insanların tarihselliği var da hayvanların yoktur” belirlemesi üzerine, tarihsel bilincin insan özgülüğü üzerine düşünmektedir.
Romandaki hayvanlar da olağan-dışılaştırılmıştır. Ahmet’in köpeği Kerberos fiziksel görünüşüyle, davranışlarıyla sahibiyle konuşmasıyla ayrıksılaştırılmıştır. Yunan mitolojisinde cehennemin veya yeraltı dünyasının kapısında bekleyen en az üç başlı korkunç bir canavar olarak betimlenen Kerberos adlı canavarın adı bile bir başına ayrıksılaştırma aracı olarak kullanılmaya elverişlidir. Arzu’nun “ölünün kanını yalayan, soğuk, zalim ve kötücül bakışlı” kedisi de tuhaflaştırılarak, romanın gerilim etkisini artıran bir figüre dönüştürülmüştür.
Romanın kadın kahramanı gazeteci kız, korkmakla birlikte, cinayeti, Ahmet’i, Ali’yi, Svetlana’yı, Podima’yı, soruşturmayı “merak” eder ve merakının peşinden sürüklenir; sıra-dışı soruları ve davranışlarıyla gazeteci kız da yazınsal gerilimin bir parçası olarak betimlenmiştir. Her şeyi kurguladığı gibi roman içinde roman kurgulayan Ahmet’in kendi mühendislik becerisini kullanarak inşa ettiği ve “Sevgili” adını verdiği “Kucaklama Makinesi” de insan gibi kucaklayıp sıkmasından ötürü bir ayrıksılaştırma aracı işlevi görür. Romana eklenen “Karar”da belirtildiği gibi “rahatlatmak amacıyla” kullanılan ve adına genellikle “Hug Machine” diye bilinen bir cihazı örnekseyen ve ayarlanabilen makine gereğinden fazla sıktığı takdirde “aşırı basınç” sonucu insanı öldürebilir.
Romanın “Ben” adlı bölümü kendi içinde on, “Mehmet” adlı bölümüyse, on altı bölümü kapsamakta; roman, ayrıca sonuna eklenen bir “Mektup” ve “Karar”dan oluşmaktadır. Okuyucu, daha romanın başında anlatının malzemesini oluşturan, “güzel ve kışkırtıcı” Arzu’nun öldürülmesiyle karşılaşır. Romanın başkahramanı mühendis Ahmet Arslan, emekli olmuş, büyük kentten sıkıldığı için, Karadeniz’in Trakya kıyısındaki eski adıyla Podima, yeni adıyla Yaliköy’de “yazdığı hikâyeleri ancak kendi parasıyla bastıran kalbi kırık bir yazardan” eski bir köy evini alıp onarmış ve bu köye yerleşmiştir. Ev, “hemen tümü edebiyat yapıtı” olan kitaplarla doludur.
Romanda betimlenen mekânlar da olağan-dışılık izlenimi yaratır. Ahmet evin odalarını, kitapların konularına göre “intikam odası”, “kıskançlık odası”, “aşk odası”, “cinsellik odası”, “savaş odası”, “intihar odası”, “cinayet odası” diye adlandırmıştır. Livaneli’nin, böyle bir mekân düzenlemesini ve adlandırmayı, Ahmet figürünü sıra-dışılaştırmak, diyesi, ayrıksılaştırmak amacıyla yaptığı açıktır. Ayrıksılaştırma işlemi, romanda adı belirtilmeyen gazeteci kızın daha başlarda Ahmet’in kapısını çalmasıyla başlar. “Ahmet Aslan sizsiniz değil mi?” diye soran gazeteci kıza “hayır!” yanıtını verir. Şaşkınlığa düşen gazetecinin, “siz bu evde oturuyorsunuz; adınız Ahmet Aslan o zaman” diye üstelemesi üzerine “hayır değil; Ahmet Arslan” diye karşılık verir. Kız, “İyi ya, ben de öyle söylüyorum” ; Ahmet “hayır, söylemiyorsunuz; Ahmet Aslan diyorsunuz; oysa benim adım Ahmet Arslan” diye karşılık verir. Kız, “tek r harfinden dolayı” ben değilim diyen Ahmet’i “çok tuhaf biri” olarak niteler. Ahmet figürünü tuhaflaştırmaya yönelik bu diyalog sürüp gider. Anımsayalım, tuhaflaştırma veya ayrıksılaştırma, Bertolt Brecht’in epik tiyatro öğretisinin mihenk taşıdır. Brecht, ayrıksılaştırma (Alm. Verfremdung), tiyatronun bütün ögelerine çekicilik, ilginçlik ve düşündürme gücü gibi özellikler kazandırmanın yoludur. Cumhuriyet Kitap’ta Brecht’i ele aldığım yazıda konuyu ayrıca ele alacağım.
Sıra-dışılaştırmaya Elverişli Malzeme, Kurgulama ve Biçemselleştirme
Livaneli, romanın sonuna eklediği “teşekkür”de Ülker’in (eşi Ülker Hanım olmalı) “insanların duyguları olmasaydı her şey ne kadar kolaylaşırdı” sözünün, romanın temelini oluşturduğunu dile getirmiş ve bu sözü romana içkinleştirmiştir. İlk bölümde insanların duygularından söz eden roman figürü Ahmet’i, insan soyunun “duygularını anlatan, psikolojik derinliklerine inebilen tek bir birikim vardır; o da edebiyattır” diye konuşturması bu yüzdendir. Müzik, buradaki anlatımla, “edebiyat gibi duyguları anlatmaz; bizzat yaşatmak amacını güder.” Bir başka bölümde duygu yine temel kavramdır: “İnsanların duyguları olmasaydı cinayet de olmazdı. Habil Kabil’i öldürmezdi; katil her kimse, o da Arzu’yu öldürmezdi.”
Sıra-dışılaş(tır)manın yollarından biri de yalnızlık veya yalnızlaşmadır. Bu nedenle, başkahraman Ahmet yanlışlaştırılmıştır. Yalnız yaşayan Ahmet, romanın başında öldürülen Arzu’yu yakından tanımaktadır. Hatta akademisyen-ressam ve hocası olan Ali’yle evli olan Arzu, Ahmet’in evine girip çıkmakta, bu iki kişi “birbirine hikâyeler anlatmaktadır.” Ahmet, ikinci bölümde romanın gerilimini doruklaştıran bir ipucu verir: Ailesinden hiç kimse hayatta değildir; “bir tek ikiz kardeşi Mehmet” hayattadır ve Ahmet onun yazgısını bilmektedir. İnsan, “yazgısını bilmesi en büyük cezadır”; dolayısıyla, en iyi şey, insanın başına ne geleceğini bilmeden yaşayıp gitmesi ve her şeyi unutmasıdır. Unutmak, “hayatın özü ve büyük gizemidir.” Unutmak, romanın devamında yine söz konusu edilecektir.
Ahmet, her öyküde yaptığı gibi Arzu ile ilgili öyküyü de gizemlileştirir. Olağan-dışılaştırma yoluyla yaratılan bu gizem, cinayeti kimin işlediği konusunda çeşitli olasılıkları düşündürterek, öyküye ilgiyi ve gerilimi artırır. Örneğin, gazeteci kız, ilk önce Arzu tek başına Ahmet’in evine girip çıktığı için, aralarında bir ilişki olabileceğini varsayarak, “kıskanç koca” cinayeti yargısına varır. Ahmet’in olumsuzlaması üzerine, o zaman “kıskanç âşık” işidir der. Ahmet ile birkaç kez görüştükten sonra, her defasında bir daha gelmemek üzere ayrılmasına karşın, “çok ilginç şeyler anlatacağım size” diyen Ahmet’e büyülenmiş gibi her seferinde geri döner.
Her Türlü Öyküleme, Kurgulamadır
Cinayet sanığı olarak Arzu ve Ali’nin çocuklarının bakıcısı “uzun boylu, kumral düzgün ve hep dimdik duran, disiplinli” Bulgar hemşire Svetlana, cinayet anında evde olduğu için cinayeti işlediği kuşkusuyla gözaltına alınır. Her şeyi kurgulayan Ahmet’in, Svetlana’nın “edebiyat, sanat, hayat” üzerine söyleştiği ve seviştiği Ali’ye âşık olduğunu söylemesi, çocuk bakıcısının katil olma olasılığını yükseltir. Arzu’nun Svetlana’ya kötü davrandığı savı, bu olasılığı iyice pekiştirir. Gazeteci kızın “her şeyi oradaymış gibi anlatıyorsunuz” demesi üzerine, Ahmet bu öyküyü gözlemleri üzerine “kurguladığını”, “kurgunun hayattan daha gerçek olduğunu, daha doğrusu gerçeği anlamanın tek yolu olduğunu” öne sürer. Ahmet’in ağzından romandaki anlatımla, kurgu “hikâyelerde anlatılanlardır.” Bir başka bölümde söylendiği gibi, “hikâye nerde biter, gerçek nerde başlar bilinemez.”
Burada küçük açıklama yararlı olabilir: Edebiyatın malzemesi dildir ve tinsel-estetik etkinlik sürecinde oluşan ve gelişen dilin kendisi bir kurgu ürünüdür. Her türlü sanat gibi edebiyat da kendi malzemesini biçimleyerek ortaya çıkar. Her biçimleme, biçimleyenin yeteneği, becerisi ve estetik duyarlılığıyla doğru orantılıdır. Kurgulama ürünü olan dilin yeniden kurgulanması demek olan anlatma/anlatılaştırma, tinsel bir ürün olan dilsel malzemenin retorik figürlerle estetikleştirilmesidir. Hegel’in edebiyatı diğer sanatlardan üstün saymasının nedeni, edebiyatın malzemesi olan dilin tinsel etkinliğin ürünü olması ve yazınsallaştırma sürecinde yeniden kurgulanarak, tinsel ve estetik olarak biçimlenmesi, diyesi, biçemselleştirilmesidir. Bu bakımdan öyküleme, her türlü anlatma, yazınsal deyişle, anlatılaştırma dil üzerinden yapılır; dil, yazınsallaştırmanın malzemesi olarak kalmaz, ayrıca anlatmayı, öyküyü/anlatıyı dolayımlar. Bu yüzden, en gerçek(çi) anlatma bile zorunlu ve kaçınılmaz olarak kurgusal bir özellik taşır.
Livaneli, “Hikâyeler Nerede Başlar, Gerçek Nerde Biter?” adlı bölümde kurgunun yanı sıra, bilim ile edebiyat arasındaki ilişkiyi de romana katar. Buradaki anlatımla, bilim, “edebiyata hiçbir zaman yetişememiştir.” Örneğin, bilim henüz emekleme çağında bile değilken, Antik Yunan trajedileri sayesinde hâlâ bir açıklama modeli olarak kullanılan “Oidipus Kompleksi” gibi kavramlar geçerliliğini korumaktadır. Edebiyat, “hiç ölmeyen” öyküler anlatır; “hayatı anlamanın tek yoludur.”
Ahmet de Arzu cinayetiyle ilgili olarak savcılığa ifade verir. Savcı, Arzu Hanım “bazen sizin eve gelip birkaç saat kalırmış; sonra da saçı başı dağınık vaziyette çıkarmış” diye duyumsatmalı bir tonla Ahmet’i sıkıştırır; söze gizem katar. Arzu’nun kocası Ali’nin “Arzu seni çok severdi. Seninle konuştuğu zaman kendini değerli hissettiğini söylerdi” şeklindeki anlatımıyla, Ahmet ile Arzu’nun ilişkisi daha da gizemlileştirilir. Gazeteci kız, Ahmet figürünü, “duyuları olan, ama duyguları olmayan, egosu yok ve hayvanlarla konuştuğuna inanan” biri olarak tanımlar ve Ahmet’in anlattığı öyküyü kastederek ekler: “bu hikâye, cinayetten daha ilginç bir hale geldi.” Yazar, bu sözlerle romanın devamının Ahmet’in gizemli kişiliğiyle bağlantılı olduğunu bir kez daha duyumsatarak, ayrıksılaştırıcı etkiyi artırır.
Edebiyat Neyi Anlatır Veya Aşk Sıra-dışılaştırılabilir mi?
Aşk binlerce yıldan beri, binlerce kez anlatılaştırılmıştır, bundan sonra da anlatılaştırılacaktır. Livaneli de “kardeşimin Hikâyesi”nde asıl izlek olarak insana her şeyi yaptırabilen, onu “korkunç bir uçurumun kıyısında dolaştıran” aşkı yazınsallaştırmıştır. Romandaki anlatımla, aşk, “dünyadaki en tehlikeli, en öldürücü duygudur.” Kimileri aşkı mutlulukta ulaşılan “en son nokta” olarak görür. Aşk, Cervantes’ten aktarıldığı üzere, “bazen yürür, bazen uçar; bazen koşar biriyle birlikte; bir başkasıyla ölümcül yürüyüşe çıkar; üçüncüyü buzdan heykele çevirir; dördüncüyü atar alevlerin içine. Birini yaralar; öldürür ötekini. Aynı anda yanıp sönen bir şimşeğe benzer.” Yazınsal yapıtlarda “aşklarına karşılık bulamadıkları için intihar edenler”, Kıbrıs kralı gibi yersiz kıskançlık bunalımı sonucu sevgilisini “elleriyle boğup öldürenler”, toplu “kıyımlar” yapanlar; güzel Helena yüzünden “çıkan savaş, düelloda ölenler, işkencede sevgilisinin adını söylememek için dişleriyle dilini koparıp atanlar, delirenler, tımarhaneye düşenler, bütün itibarını ayaklar altına alanlar” betimlenmiştir. Gazeteci kıza göre, yazınsal yapıtlarda kurgulanan kahramanlar bütün bu aşkları yaşamıştır; bir başka deyişle, söz konusu yazınsal aşk anlatımları “uydurma ve hayal ürünüdür.” Ahmet’in bu değerlendirmeye yanıtı yine edebiyatın gücünü ortaya koyar: “Edebiyat gerçekten daha gerçektir.” Yazarın Ahmet’in ağzından yapıta içkinleştirdiği bu belirlemeyi olumlamak için ekleyelim: Edebiyat, daha doğrusu her sanat, olabiliri anlatır; nitekim romanda da dile getirildiği gibi günlük yaşamda bütün bunlar zaten olagelmektedir.
Devam edelim: “İnsani duyguların en tehlikelisi olan” aşk, “insanın iradesini elinden alan, insanı yöneten, mantık ve düşünme” yitimine yol açan derin bir duygulanımdır. Dolayısıyla, “birine âşık olmak, gözü bağlı olarak bir uçurumun kıyısında yürümek demektir. Başına neler geleceğini hiçbir zaman bilemezsin. Sonu ölüm de olabilir, cinayette, intihar da.” Romanı çekicileştiren, zevkle okunur kılan da, Livaneli’nin yazınsallaştırdığı en olağan-dışı aşk, diyesi, Ahmet’in kardeşinin aşkı, dünyada yaşanabilecek “en büyük aşk hikâyesidir.” “Kardeşimin Hikâyesi”nde anlatılaştırılan aşk, bütün bunların ötesine geçen şiddetli ve tutsak alıcı bir aşktır. Livaneli, böyle bir aşkı anlatılaştırdığı yapıtını, ayrıksılaştırma, sıra-dışılaştırma ve böylece olağan-dışılaştırma yöntemiyle çekicileştirmeyi başarmıştır.
Ahmet; kişileri, olayları ve mekânları açıklamak için genellikle bir edebiyat yapıtına gönderme yapar veya bir yapıttan alıntılar. Örneğin, sözü edilen Smerdyakov, Dostoyevski’nin “Karamozof Kardeşler”indeki figürlerden biridir. Gazeteci kızın “hep roman kahramanlarını anıyorsunuz” demesi üzerine, Ahmet’in yanıtı hazırdır: “Benim için hayat bir roman, herkes de roman kahramanı.”
Mehmet: Kendinde Başkasını Yaratma Yeteneği ve Sovyetler Birliği’nin Dağılması
Ahmet’in ağzından öykülenen romanın ikinci bölümü “Mehmet” adını taşır. Dikkatli okuyucu, romanda Mehmet ile Ahmet’in sürekli iç içe geçirilerek birbirini koşullayarak kurgulandığını görecektir. Ben, okuyucunun okuma zevkini bozmamak için, Ahmet-Mehmet ilişkisini ayrıntılandırmak istemiyorum. “Kardeşimin Hikâyesi”, yazarın başarıyla geliştirdiği bir yazınsal figürü öbüründe eritme veya yeniden diriltme yaklaşımıyla devingenlik kazandırılmış bir yapıttır. Her yazınsal yapıt gibi yüzeysel bir okuma, romanda anlatılaştırılan trafik kazası sonucu anne-babanın ölümü olayının katmanlarını açımlayamaz. Livaneli’nin Ahmet üzerinden kurgulayımıyla Mehmet, Ahmet’in de taşımaya özendiği özellikler taşır: Örneğin, çok okur, “tam bir kitap kurdudur”; ODTÜ’de öğrenim gördüğü bölümün “ders kitabını” yayımlar; öğrenci eylemlerine katılır; bildiri yazar, dağıtır.
Livaneli, Sovyetler Birliği’ndeki uygulanış şekli başarısızlığa uğrayan sosyalist sistemin çöküşünü de yan bir izlek olarak yazınsallaştırmak suretiyle, romanı boyutlandırmıştır. Beyaz Rusya’yı, bu ülkelerde iş yapan inşaat şirketlerinin çalıştırdığı insanlar üzerinden anlatıya katmıştır. 90’lı yılların başında Rusya, “hükümet darbeleri, parlamentonun topa tutulması, cinayetler” gibi olaylarla sarsılmaktadır; “yoksulluğun pençesinde kıvranmakta, kimse maaş alamamakta, yiyecek bulamamakta, herkes hayatta kalmanın çarelerini aramaktadır.” Bu koşullar altında tek belirleyici olan paradır. Bol para ve “çarpıcı güzelliğiyle” Rus kızları, gibi çekiciliklere dayanamayan Ahmet/Mehmet de orada çalışanlardandır. Bir Türk inşaat firması Minsk yakınlarındaki Borisov’da Doğu Almanya’dan geri çekilen askeri birlikler ve subaylar için binlerce lojman inşa etmektedir. Türk işçiler, özellikle de mühendisler bol para kazanmaktadır ve bunlardan bazıları, “yıkılmakta olan Rusya’da maaş alamayan” Kızıl Ordu subaylarının kızlarıyla arkadaş olup “resmi olmayan evlilik” yapıp ‘içgüveysi’ gibi onların evlerinde yatıp kalkmaktadır. Bunlar kendi aralarında şakalar bile geliştirmiştir: “Rus kızı votka gibidir; tek başına içilir; hiçbir şey istemez; ama Türk kızı rakı gibidir; yanında meze ister.”
Livaneli, sıra-dışılaştırma, hatta olağan-dışılaştırmayı Mehmet’in çılgınca tutulduğu Olga Pavlovna figüründe doruklaştırır. Olga, romandaki anlatımla, “dünya dışı bir varlıktır; birçok güzel vardır; ama o, güzellikle çirkinlikle ilgisi olmayan bir varlıktır.” O, başka şeydir; anlatılamaz; o “mucizedir.” Böyle bir güzellik düşünülemez; onu “bugüne kadar hiçbir ressam çizememiş, hatta hiç kimse rüyasında bile görememiştir.” Mevlana’nın romanda alıntılanan dizeleriyle, “bu aşka ilahi diyemem korkarım/İnsani diyemem utanırım.”
Livaneli’nin tuhaflaştırarak ilginçleştirme yeteneğinin sonu yoktur: Mehmet ile Olga otelde yalnız kaldıklarında sarılıp öpüşmeden sonra, Olga “Rusça bir şeyler söyleyip çırpınmaya başlayınca, İki kişinin en mahrem anında”, kızın ne dediğini anlamak için, İngilizce çevirmen Ludmilla’yı çağırır. Çevirmenin yanıtı, “korkuyor, onun için sinirleri bozulmuş” şeklindedir. Böylece, Ludmilla, Mehmet’in maaşının yarısını alarak “tercüman aracılığıyla aşk”ın yaşanmasına eşlik eder. Biri öbürüne “hayatım, canım, sevgilim” diyecek, öbürü de çevirmen aracılığıyla karşılık verecektir. Romandaki söyleyişle, “hiç bu kadar komik, hatta trajik bir şey duyulmamıştır.” Çevirmen eşliğinde en mahrem anlarını yaşamak zorunda kalan Mehmet, Olga ve Ludmilla ile birlikte Soçi gezisi yapmak ister; ancak bu gezi o aşkın sonu olduğu gibi Mehmet’in de “olağan-dışı” ayrıksı bir dizi olay yaşamasına neden olur. Daha önce “yüzlerce yıldır tek kadın ayağının basmadığı” Athos Dağı’ndaki Aynaroz Manastırı’nda kalıp, “Keşiş Proriforio’nun kuru kafası” ile konuşan Mehmet, Moskova havaalanında polislerce götürülür; “gözleri kapalı, elleri zincirli olarak nerede olduğunu bilmeden, hayvanlar gibi yerlere bağlanır”, aylarca zindanlarda tutulur, öyle ki zaman kavramını yitirir. “Günden güne hayvani özüne doğru alçaldığını” duyumsar. Alıkonulduğu hücrenin duvarına parmağını sürterek kanatır ve kanıyla duvara kocaman “OLGA” yazar. Ölmek ister ama kendini öldürecek bir nesne bulamaz. Hiç konuşma olanağı bulamadığı için neredeyse konuşma yetisini yitirme aşamasına gelir.
Sonunda hücreye koyulan bir İngiliz’e tek bir tümce söyleyebilir: “Ben insanım!” İngilizden Grozni’de olduğunu öğrenir ve yine bu İngilizin yardımıyla özgürlüğüne kavuşur ancak Olga’yı aramaya koyularak yeniden aşkın tutsaklığına düşer. Mehmet’i Grozni’deki zindandan kurtaran Türk Büyükelçiliği yetkilisinin anlatımıyla, Mehmet bir yıldan fazla süre “bir yanlışlık” sonucu orada tutulmuştur. Rus İstihbaratı veya polisi, Mehmet’i Çeçen direnişçi Muhammed Arslanov’a benzeterek alıkoymuştur. Mehmet “savaş, rejimin çöküşü, yönetici değişikliği” gibi nedenlerden ötürü koyulduğu yerde “unutulmuştur.” Arslanov dosyası kapanmış ve “hücrede öylece kalmıştır.”
“Kardeşimin Hikâyesi”ni okumaya başladığımda, bu romanın yazarın bir önceki romanı olan “Serenad”ın gölgesinde kalacağı kuşkusunu taşıyordum. Fakat okudukça gördüm ki, Livaneli, romandaki olayları, mekânları ve kişileri, olağanüstü bir yazınsallıkla sıra-dışılaştırarak, öykülemiştir. Bu roman, Livaneli’nin sıradanlığı veya olağanlığı, büyük bir estetik duyarlılıkla sıra-dışılaştırma ve ayrıksılaştırma başarısının parlak bir ürünü olarak Türk edebiyatında seçkin bir yer edinecektir.
Doğu ve Batı anlatı birikiminden ustalıkla yararlanan Livaneli “Kardeşimin Hikâyesi”nde öykü içinden öykü çıkaran kurgulama ve biçemselleştirme yeteneğiyle muhteşem bir roman yaratmayı bilmiştir.
Kardeşimin Hikâyesi/ Zülfü Livaneli/ Doğan Kitap/
En Çok Okunan Haberler
- Rus basını yazdı: Esad ailesini Rusya'da neler bekliyor?
- Esad'a ikinci darbe
- İmamoğlu'ndan Erdoğan'a sert çıkış!
- Türkiye'nin 'konumu' hakkında açıklama
- Çanakkale'de korkutan deprem!
- Naci Görür'den korkutan uyarı
- Kurum, şişeyi elinin tersiyle fırlattı
- 6 asker şehit olmuştu
- Kalın Colani'nin yolcusu!
- Erdoğan'a kendi sözleriyle yanıt verdi