Erendiz Atasü: ‘İsyan duyuyorum!’
Edebiyatta 40 yılı geride bırakan Erendiz Atasü, modern edebiyatımızın başyapıtı Bir Düğün Gecesi’ne saygı duruşunda bulunduğu yeni yapıtı Bir Başka Düğün Gecesi’nde (Can Yayınları) günümüzün çetin gerçeklerine bakıyor. Alıkonulma, sırt çevirme ve vicdan azabını; çaresizlik, güvensizlik ve edilgenlik gibi zor durumları irdelediği romanında usta yazar; korkunç bir travma etrafında gelişen olayları ve bu travmanın farklı kesimlerden kişilerin yaşamlarında yarattığı sarsıntıları, hesaplaşmaları ve her şeye karşın yeni başlangıçlar yapma cesareti bulanları anlatıyor.
Fotoğraflar: NECATİ SAVAŞ
‘EDEBİYATIN BİR ÖZELLİĞİ DE, BELLİ BİR DÖNEME TANIKLIK ETMESİ!’
- Modern edebiyatın toplumsal gerçeklere tam anlamıyla meydan okuduğu yumruk gibi bir yapıt Bir Başka Düğün Gecesi romanınız.
“Bir şeylerin” değişmesiyle, insan kitlelerinin doğayı ve şehirleri değiştiren hareketine vurguyla başlıyor okuma.
İmlediğiniz gibi betonsu bir labirentin kıskacında görünenin ardındaki yaşamların acı gerçekçiliğiyle hüzünle karılmış romanınızda, sosyolojik memleket ve dünya gerçekliklerine uzanıyoruz adım adım.
Korkunç bir olay sonrası kurbanın merkezinde gelişen, trajedinin kurbanın çevresindeki farklı çevrelerden, zümrelerden insanların yaşamlarından yarattığı duygusal ve sorgusal silsileler...
Bir sıfır noktası, çekirdeği bozunmuş / bozunan toplumsal doku, pek çok alanda başta kadını olmak üzere toplumu betere yol aldıran yozlaşmış çağın yozlaşmış sistematiği... Hukuki, ekonomik, siyasi işle(me)yiş...
Ve romandaki Oğuz Gerçeker’in ifadesiyle “21. yüzyıl Türkiye’sinin yeni orta sınıfını seyrediyoruz. Yangın yerinde panayır!”...
Romanınızı o yangın yerindeki panayırı hangi gözlemleriniz, tanıklıklarınız doğrultusunda kaleme aldınız?
Edebiyatın bir özelliği, gerçekten de belli bir dönme tanıklık etmesidir. Özelliği diyorum, ‘’görevi’’ sözcüğünü bilerek kullanmıyorum. “Görev” sözcüğü bu bağlamda o kadar çok kullanıldı ki artık amaçladığı anlamı iletemiyor.
Niçin? “Görev”de bir zorlama - gerek başkaları tarafından gerek yazarın vicdanı tarafından - icra edilen bir dayatma çağrışımı var. Oysa has edebiyat katıksız içtenlik ister; katıksızdır ama sınırsız değildir bu içtenlik- ancak, sadece dilin ve metnin iç dinamiklerinin dayatmalarıyla biçimlenmiştir.
Toplumsal meselelerle ilgilenmeyen büyük yazarlar da vardır. Ancak yazar aynı zamanda bir aydınsa, olup bitenle içtenlikle ilgilenmemesi mümkün değildir; işte onu tanıklığa zorlayan kendi içinde acısını hissettiği, neredeyse kendi yaşantısı gibi deneyimlediği toplumsal olaylardır.
Bu tanıklık benim metinlerimin örneğinde, olayların dış hatlarındansa, olayları deneyimleyen bireylerin iç dünyalarındaki yansımalar üstüne olagelmiştir, taa ilk romanım Dağın Öteki Yüzü’nden beri.
Orada, belli bir toplumsal kesimi temsil edebilen bir ailenin bireyleri açısından Cumhuriyet deneyimi yansıtılıyordu.
ZAYIFLAYAN POLİTİK BİLİNÇ VE ORTA SINIFLAR!’
Şimdilik sonuncu romanım olan Bir Başka Düğün Gecesi ise, neoliberalizm+köktendincilik sarmalında çözülen toplumdaki ahlaki çürüyüşün, gene belli kesimlerin temsilcisi olabilecek bireyler tarafından nasıl deneyimlendiği üstünedir.
Buradaki belli kesim, yerli köklü şehirliler ile ancak bir, iki kuşağın yaşamı boyunca şehirli olan kimselerdir: Orta sınıflar.
Bu kesimlerdeki son kırk yılın değişimleri görebildiğim kadarıyla şöyle:
Politik bilincin zayıflaması; bireyin kendinin farkına varışı ama bilgilenme alanı genellikle televizyon realite şovları ve akıllı telefonla sınırlı kaldığından kendi bilgi ve düşünce dünyasıyla ilgili yeterli bilincinin gelişememesi...
El ele giden dine sarılış ve dinden kopuş...
Fakirlikten utanma; kanaatkarlığın yerini açgözlülüğün alması...
Borca dayalı gündelik yaşam...
Düşük ücretler ve/veya işsizlik ile neoliberalizmin pompoladığı lüks merakı ve sahip olma tutkusu arasında bunalma...
Ve, el ele giden başka bir zıt ikiz, kadınların insan olduğunun kabul edilmesi ve kadınların özellikle din baskısıyla köleleştirilmeye çalışılması...
GENÇLİĞİMİ KABUSA ÇEVİREN ETMEN!
Kadınların yazgısı, kadınlara yapılan haksızlıklar beni sarsıyor; acı veriyor; çünkü duyduklarım, gördüklerim bir kadın olarak deneyimlediğim kimi yaşantıları çağrıştırıyor.
Romanın başkişisinin uğradığı felaket başıma gelmediyse de, gençliğimi kabusa çeviren bir etmendi, parmağıma nikah halkası geçinceye kadar, sokakta, otobüste, sinemada uğradığım dil ve el sarkıntılıkları!
Şimdilerde, kadın cinayetleriyle yarışıyor, kadınlara karşı işlenen cinsel suçlar. İsyan duyuyorum. Feminizm durduğum zemindir; ama bakışımı sınırlandıran ufuk çizgisi değildir.
- Bir felaket silsile halinde yaşamları mahvediyor.. Menekşe’nin başına gelenler kaç ailede ayrı sarsıntılar, sorgulamalar yaratıyor, geçmişin bastırılmış hayaletlerine yol veriyor. Umut, mutluluk, güven, adalet zaten tuzla buz! Bu böyle gitmez kuşkusuz ama gidiyor işte! Peki; nereye kadar?
Nereye kadar gideceğini yaşayarak göreceğiz.
MENEKŞE’NİN YAZGISI!
- Devlet katında bir tamam yalnız bırakılan Menekşe’ye en azından çevresinde sahip çıkanlar hiç yok da değil ama...
Ama yardım eden Oğuz ve Erdem gibi erkeklerin de tenlerinde bir irkilme nedeni, evliliklerinin durgun su kuyusuna düşmüş bir taş!.
Roman bunu belli belirsiz bir gerilimle yaşatıyor okura. Menekşe bu bağlamda eşikte gibi hep değil mi?
Evet, çok doğru bir saptama ve saptamanın çok güzel ifadelenişi: Evliliklerin durgun suyuna düşen taş! Hani eskiler der ya, “güzellik başa bela’’ diye. Menekşe’nin yazgısı da işte o hesap.
Galiba evlilik kurumunun zorlukları mı desem, sorunları mı desem, işte onlardan biri monotonluk.
Neoliberal iktisatta herkes çok çalışmak zorunda, eşlerin birbirlerine, çocuklarına, aile büyüklerine ayırabildikleri zaman bir otuz yıl öncesine göre çok az; ortak amaçlar da yok oldu, evli çiftler için çocuklarını yetiştirmek, ev ve araba sahibi olmaya indirgendi amaçlar. Çocuk yoksa daha da fena!
Teknoloji bazı alanlarda büyük kolaylık sağlıyor ama, gündelik yaşamı kolaylaştıracağına zamanı tüketiyor, iş hayatı ve özel yaşam arasındaki sınır da eriyor her an çalan akıllı telefonlar sayesinde!
Böylece insanlar Rene Clair’in o enfes sessiz film başyapıtı “Ara” da olduğu gibi, niye ve nereye koştuklarını bilemeden sürekli ve monoton bir koşturmacayı sürdürüyorlar iken ortama pat diye güzel ve yaralı bir genç kadın düşüyor, üstelik bu genç kadın farkında olmadan şiir söyleyen biri… Zavallı Oğuz beyle Erdem ne yapsınlar!
MÜTHİŞ BİR YALNIZLAŞMA, FECİ BİR BEDENDEN KOPUŞ!’
- “Karanlıkta bekleşiyorlar... yüzleri olmayan kadınlar... suskun... ağlamaklı... gidecek yerleri yok... lanet çökmüş üzerlerine... iki büklüm kalakalmışlar... ziyan olmuş bedenler... ruhları kötürüm... Orası bir istasyon. Kederli kadınlar istasyonu.”
Menekşe’nin kadınlara ve kadınlığa ilişkin düşüncelerinde başka neler var?
Menekşe bir felakete uğruyor. Başına bu felaketin niçin ve nasıl geldiğini çözemiyor. Travma! Müthiş bir yalnızlaşma. Mensubu olduğu gruplardan - aile, mahalle, arkadaşlar - kopuyor. Geçirdiği o çok korkunç deneyim giriyor hepsiyle arasına.
Çevresindekiler de ona nasıl davranacaklarını kestiremiyor, kaş yapayım derken göz çıkartıyorlar. En fecisi, kendi bedeninden kopuyor, Menekşe.
Bilinci, ona yabancı bir bedenin içinde hapis... Bedeninden kopuşu, onu mensup olduğu kadın cinsinden de kopartıyor, böylece, damdan düşen Nasrettin Hoca gibi derdimi bilen yanıma gelsin, diyemiyor.
‘HIDIR GİBİLERİN ÇOĞU DİNDAR GEÇİNEN KİMSELER!’
- “Hıdır davranışları üstüne düşünmez; tamamen doğal bir varlıktır o. (...) Hıdır’ın yetiştiği ailede, fertlerin yeraltı sularını andıran bastırılmış duygu birikiminden, su yüzüne çıkan ve gündelik yaşamın eylemlerinde somutlaşanlar sadece ve sadece dinsel inanç ve ona bağlı ritüellerdir. Bunu akılda tutalım.” Doğrudan romandan alıntıyla sorarsam; “Hıdır’ın üstünde durulmalı.” Çünkü...
Takdir edersiniz ki, ömrümde hiçbir Hıdır’ı yakından tanımadım. Bu karakteri yazarken sadece tahmin ettim; ama tahminim bir takım somut gerçekliklere dayanıyordu.
Gerek yazılı gerek görsel basın, kadınlara, çocuklara karşı cinsel suç işleyenler hakkında haberlerle dolup taşıyor; anımsayalım, bu adamların çoğu dindar geçinen kimseler. Büyük bölümü pis para işlerine de bulaşmışlar.
Bu insanların basına yansıyan sözlerine, yüzlerine dikkat ettim. Vaktiyle başıma gelen sarkıntılık ve taciz olaylarının faillerinin yüzlerini, özellikle gözlerini anımsadım.
Çok tatsız hatta zor bir deneyim oldu, benim için, ama vazgeçmedim; canım acıdı ama anımsadım. Epeyce güçlü bir sezgim vardır, yüz ifadesinden , mimiklerden, jestlerden hareketle karakter hakkında fikir edinirken pek seyrek yanılırım.
Dediğim gibi, basına yansıyan olayların çoğunda fail, dindar geçiniyor. Ancak dinlerin özünden kopuk bir dindarlık bu. Dinler, egemen sınıfların elinde araçlaşmadan önce insanların birbirlerine hainlik etmesini önlemeyi hedeflerler, yani bir alamda kişisel vicdanın yerini tutarlar.
İlişkilerin kıran kırana yaşandığı yoksun çevrelerde, iyi insan olmak ve öyle kalmak kolay değil; koşullar kişiyi bencilleştiriyor.
Kişinin bilmediği, anlamadığı bir dilde icra ettiği ibadet, kendi gözünde, da çok az gelişmiş kişisel vicdanın, adalet duygusunun yerini tutup onu rahatlatıyor ve kişi, “benim yerimde filanca olsa yapmaz mıydı’”, “ben yapmasam, başkası yapmayacak mı” türünden zevzevkliklerle, ya da biraz daha fazla ibadet ederek, suç üzerine olan hayatını, ruhsal bir çelişkiye düşmeden sürdürebiliyor.
Bedel ödemesi gerektiği anda ise - şayet böyle bir an gelirse - kader kurbanı olduğunu, ya da şeytana uyduğunu ileri sürebiliyor.
‘KADININ İNSAN ALTI BİR VARLIK OLDUĞU KANAATİ DEĞİŞMELİ VE LAİKLİK YERLEŞMELİ!’
- Hıdır’ı lanetlemek hem hak hem kolay, intikam ateşiyle yanıp tutuşan Menekşe’nin kardeşi Cenk desek ona da öyle, bir görümce Hatçe’ye kızmak ve itici bulmak da kolay...
Ya onları biçimleyen sistem, eli asıl kanlı olanlar, dolaylı olarak da dahli olanlar... Lanetle lanetle bitmeyecek bu kısır döngüde romanın çekirdeğe ilişkin vargısını açarsanız neler söylersiniz mısınız?
Kadın cinsinin erkeklerin bakımını üstlenmek, keyiflerini hoş etmek için yaratılmış insan altı bir varlık olduğuna dair, söze dökülmeyen yaygın kanaatin değişmesi gerek.
İktidar sahibi erkeklerin, dinden medet umarak bu kanaati desteklemekten vazgeçmeleri gerek. Yani laikliğin yerleşmesi gerek.
Kadın-erkek toplumsal eşitliği, ancak laikliğin yerleştiği bir sosyal ortamda serpilebilir.
‘HER ŞEY ZIDDIYLA VAR OLUYOR!’
- Ve Haydar... “Oktay dayandığı duvardı (...) Babanın - var olsa da - yokluğu büsbütün güveni emen bir vakum şimdi; bir kalıp sadece. Artık kimsesi yok Menekşe’nin, Haydar’dan başka... Anası, dert kumkuması; Cenk, itici bir varlık, varlığındansa yokluğu yeğlenen; Hatçe, artık bir yabancı; Yusuf Dayı, bir ayağı çukurda; Menekşe varlığının güçlenmiş iç duvarları içinde acısıyla baş başa... Bir Haydar var, el uzatan.”
Nasıl bir kurtarıcı (!) ve kurtulan Haydar?
Her şey zıddıyla birlikte var oluyor. Kadınların bu denli hor görüldüğü bir ortamda, vicdanı olan kimi erkekler, kadınlardan yana tavır koyacaklardır. Haydar böyle birisi.
Ancak buradaki sorun şu: İnsanların karşı cinsle ilgili davranışları, olgunluk çağlarından çok önce, daha çocukluklarında, anne babalarının ilişkisinden örnekleniyor. O nedenle, soyut düşünce ile somut eylem koşut gitmeyebilir.
Bir tartışmada kadın özgürlüğünü içtenlikle savunan bir erkek, akşam eve gidince , sinirine dokunacak bir şey yapan karısını pak ala tokatlayabilir. Yani Menekşe ve Haydar’ın ortak yaşamlarına açılan umut kapısı tereddütlü…
‘OĞUZ VE ERDEM, YURTLARINDA GURBETTE MARKSİST ENTELEKTÜELLER!’
- Ve mücadeleyi bırakmasalar da ya adeta giderek toplumdan bir yönüyle soyutlanaduran Oğuz Gerçeker’li, Erdem Sezgili gibi devrimcileri romanın?
Ve geleneksel sağın dinle kurduğu rabıtası sonra... Sağın olduğu kadar solun sancıları ve yarımlıklarını anımsatıyorsunuz romanınızda. Neler söylerseniz onlara ilişkin?
Oğuz Gerçeker ve Erdem Sezgili, devrimci olmaktan çok Marksist entelektüellerdir, derim. Herhalde devrimci olmak daha farklı bir kişilik yapısı ve yaşam pratiği gerektiriyor.
Yaşadığımız tarihsel dönem - mantıken tam da öyle olması gerekirken - devrimcilerin yetişmesine uygun değil; çünkü hayat mantıklı bir süreç değil, çok fazla çelişki, parçalanma ve koşullanma var.
Bu iki kişi adaleti uygulamaya çalışan dürüst hukukçular olarak, adaleti ayaklar altına almış bir toplumda adeta yalıtılmışlar. Öte yandan mensup oldukları insan grubu da günümüzün kalabalık Türkiye’sinde adeta yalıtılmış. Öz yurtlarında gurbetteler.
Karman çorman şehirlerimizde herkes gurbette ancak kitlenin içinde eriyen insan bunu her an hissetmez. Bireyselliği gelişmiş insan, yalnızlığını mutlaka fark edecektir.
Bu durumu bilinçle aşmaya çalışan sadece Yusuf dayı, O, sakat bir gövdeye hapsolmuş gerçek bir devrimci. Yeise düşmüyor, durum muhasebesi yapıp elinden gelene yoğunlaşıyor.
‘ÜLKEMİZİN DURUMU: ‘DEDİĞİM DEDİK, ÇALDIĞIM DÜDÜK!’ SINIRLAR KAYBOLUYOR!”
- “Sınırlar kayboluyor.” Bu cümlesi de çok önemli romanın. Has bir özet adeta... Bu cümleyi açmanızı rica ederek bitirelim söyleşimizi.
Feodal toplumda sınırlar çok bellidir. Gelenek bütün toplumsal ilişkileri yazılı olmayan kurallarla katı tarzda biçimlendirir. Baskıcı bir toplumdur bu.
Toplum demokratikleşirken, muktedirlere hak tanıyan adetler değil, insanlar arası ilişkileri yazılı hukukla düzenleyen bir toplum yapısı çıkar karşımıza; ama şöyle bir iki yüzlülük de belirir: Yasanın tanıdığı hakkı pek çok toplumsal kesim kullanamaz, yeterince güçlü değildir, yoksuldur, eğitimsizdir, vs.
Peki, ne hukuku, ne geleneği kale alan, dediğim dedik, çaldığım düdük tarzını benimseyen bir yönetim anlayışı toplumu belirliyorsa, o zaman ne olur? Ülkemizin şimdiki durumu çıkar ortaya.
En Çok Okunan Haberler
- Colani'den İsrail hakkında ilk açıklama
- Eski futbolcu yeni cumhurbaşkanı oldu
- Emekliye iyi haber yok!
- Fidan'dan 'Suriye Kürtleri' ve 'İsrail' açıklaması
- MHP'den 'asgari ücret' önerisi
- AKP’nin tabutu CHP sıralarına kondu
- Adnan Kale'nin ölümüne ilişkin peş peşe açıklamalar!
- İngiliz gazetesinden Esad iddiası
- 'Kayyuma değil, halka bütçe'
- Arda Güler'in 2 asisti Madrid'e yetmedi