Rıza Türmen’den ‘Bir AİHM Yargıcının Not Defteri’

Bir AIHM Yargıcının Not Defteri (İletişim Yayınları) biri Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi eski yargıcı, diğeri insan hakları hukuku araştırmacısı iki hukukçu Rıza Türmen ve Işıl Kurnaz’ın Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ni (AİHM) ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni (AIHS) büyüteç altına aldıkları bir inceleme ve nehir söyleşi. Mahkemenin kuruluş amacını, ilkelerini, işleyişini, bugünkü konumunu tartışırlarken, AIHS’nin maddelerini ayrıntılarıyla ele alarak bir insan hakları hukuku çerçevesi çiziyor Türmen ve Kurnaz. AIHM’de görülmüş Türkiye ve sözleşmeye taraf diğer devletlerin dava ve karar örnekleriyle, sözleşmeyle tanınan hakların ve bu hakların ihlallerinin derinine iniyorlar. Soyut bir tartışma izlemektense, özellikle Türkiye’deki demokrasi ve insan hakları sorunlarını irdeliyorlar, bu sorunların çözümlerine ışık tutuyorlar. Rıza Türmen ile hem hukuk öğrencilerine ve profesyonellerine bir rehber hem de insan hakları hukukunu daha yakından öğrenmek isteyenlere bir kaynak niteliğindeki Bir AIHM Yargıcının Not Defteri’ni konuştuk.

Rıza Türmen’den ‘Bir AİHM Yargıcının Not Defteri’
Abone Ol google-news
Yayınlanma: 22.02.2023 - 00:02

‘KİTAP IŞIL KURNAZ İLE İKİ YILLIK YOĞUN EMEĞİMİZİN ÜRÜNÜ’

- İlk olarak Işıl Kurnaz’ın yayıma hazırladığı, birlikte tasarladığınız yeni kitabınız Bir AİHM Yargıcının Not Defteri’nin yazım aşamalarını, nehir söyleşi türünde gelişen biçemini ve ortak çalışma sürecinizi anlatır mısınız?

10 yıl AİHM’de yargıçlık yaptıktan sonra bu konuda bir kitap yazmamın gerekli olduğunu düşünüyordum.. Işıl ile zaten birlikte çalışıyorduk. Işıl çok çalışkan, bilgili ve akıllı bir hukukçu olmasının yanında, birlikte çalışması da çok keyifli bir insandır.

İki yıl önce kolları sıvadık. Haftada bir ya da iki kere bir araya gelip konuşuyorduk. Öncesinde soruları hazırlıyor, arka plan araştırmalarını yapıyorduk. Sonra Işıl bu konuşmaların transkripsiyonunu yapıyor, ses kayıtlarını bilgisayara aktarıyordu. Ben bir kere daha kontrol ediyordum. Covid-19 ortaya çıkınca buluşmaları zoom’la yapmaya başladık. Kitap bitince bütününü yeniden okuduk. Düzeltmeler yaptık. Kitap iki yıllık yoğun bir çalışmanın ürünü.

‘KİTAP TÜRKİYE’NİN KARANLIK BİR DÖNEMİNDE YAZILDI!’

- Işıl Kurnaz ile çalışmanız ve yaptığınız söyleşiler özellikle insan hakları meselesi ve özgürlük mücadelesi bağlamında kitabınızın yaklaşımını nasıl bütünledi?

AİHM ve onun kararları üzerine, insan hakları, özgürlük, demokrasi, hukuk devleti için Türkiye’de verilen mücadeleye katkı sağlamak amacıyla kaleme alınan kitabın bu amacını anlatır mısınız?

Kitap Türkiye’nin karanlık bir döneminde yazıldı. Bu dönemi bir hukuksuzluk, keyfilik dönemi olarak nitelendirebiliriz. Bu dönemde insan hakları, hukuk güvencesinden yoksun kaldı. Öyle olunca insan hakları kitlesel biçimde ihlal edildi.

İnsanlar suçsuz oldukları halde hukuka aykırı biçimde cezaevine atıldılar. Basın, ifade özgürlüğü, toplantı özgürlüğü üstünde ağır baskılar uygulandı. Adil yargılamadan söz edilemez oldu. İnsan hakları, hukuk devleti gibi kavramlar anlamlarını yitirdiler.

‘İNSAN HAKLARINI UNUTURSANIZ, İNSANLIĞINIZI UNUTURSUNUZ!’

Böyle bir ortamda bu kitap iki amaca hizmet ediyor. Bir kere, insan haklarının anlamını yitirdiği bir ülkede “Durun bakalım, insan hakları insan olmanın bir gereğidir. İnsan haklarını unutursanız, insanlığınızı unutursunuz” demek için. İnsanlara haklarını, devlete yükümlülüklerini anımsatmak için.

İkincisi, yargının bağımsız olmadığı bir ülkede AİHM, insanların adalete erişmek için tek umudu olarak ortaya çıktı. AİHM insan haklarına hukuk güvencesi sağladı. AİHM uzakta, az bilinen bir yargı organıyken gündelik yaşamın bir parçası oldu. O nedenle AİHM’e ve kararlarına biraz daha yakından bakmanın gerekli olduğunu düşündüm.

‘AİHM’DE GÖREV YAPTIĞIM 1998-2008 YILLARI YENİ BİR AVRUPA’NIN KURULMASI DÖNEMİYDİ!’

- AİHM’in en zorlu döneminde 10 yıl süreyle yargıç olarak görev yaptınız. Öncelikle söz konusu dönemin özelliklerini anlatır mısınız?

Ayrıca İnsan Hakları Komisyonu ve İnsan Hakları Mahkemesi şeklindeki ikili yapıya son verilerek iki yapının AİHM altında birleştiğini açımladığınız bu kritik dönemin iklimini ve AİHM’in “bu noktaya uzun bir yoldan geçerek geldiğini” ve “insan haklarının uluslararası hukuktaki yeri bakımından önemli değişiklikler getirdiğini” imlediğiniz yeni düzenin özellikleri nelerdi?

Ve komisyona bireysel başvuru hakkını geç tanıyan ülkeler arasında Türkiye’nin dışında hangi ülkeler yer alıyordu?

Benim AİHM’de görev yaptığım 1998-2008 yılları. Bu dönem, Berlin Duvarı’nın yıkılmasından, soğuk savaşın sona ermesinden sonra yeni bir Avrupa’nın kurulması dönemiydi. Doğu Avrupa ve Kafkas ülkelerinin katılmasıyla üye sayısı 25’ten 47’e çıkmıştı. 1998’de onaylanan 11. Protokol ile kurulan yeni AİHM, işte bu yeni Avrupa’nın insan hakları mahkemesiydi.

Bu kuruluş yılları her şey yeni olduğu için güç yıllardı. Belirsizlikle dolu ama bir o kadar da heyecan verici bir dönemdi. Bu dönemde AİHM’in yapısı değişti. İnsan Hakları Komisyonu ve İnsan Hakları Mahkemesi şeklindeki ikili yapıya son verildi. İki yapı tek bir çatı altında birleşti.

Yargıçlar, AİHM’in merkezi olan Strasbourg’da oturup tam zamanlı yargıçlık yapmaya başladılar. Ülkelerindeki işlerini terk ettiler. Bireysel başvuru zorunlu oldu.

‘AİHM’İN KURULMASI İNSAN HAKLARI BAKIMINDAN BAŞLI BAŞINA DEVRİMDİ!’

AİHM’in kurulması, insan hakları bakımından başlı başına bir devrimdi. İnsan haklarının korunması için ilk kez bir uluslararası yargı organı kuruluyordu. Böylelikle bireyler haklarını ihlal eden devlete karşı dava açma hakkını elde ediyordu.

Ayrıca mahkeme kararlarının uygulanması zorunlu olarak kabul ediliyor ve bunu sağlayacak bir denetim mekanizması kuruluyordu. Bu yeni düzenin en önemli bir özelliği de bireyin uluslararası hukuk öznesi olarak kabul edilmesiydi. AİHM’deki davanın iki tarafından biri devlet, öbür tarafı bireydir. İkisi de eşittir. Bu büyük bir zihinsel devrimdi.

Başlangıçta bireysel başvuru, Komisyon’a yapılırdı. Ancak bunun için devletin bireyin dava açma hakkını ayrı bir beyanla tanıması gerekirdi. Türkiye, Sözleşme’yi 1954’te onaylamış olmasına karşın, bireysel başvuru hakkını 1987’de tanıdı. Fransa gibi başka geç tanıyan devletler de vardı. Ama 1998’de 11. Protokol ile bu değişti. Bireysel başvuru hakkı tanımaya bağlı olmaktan çıktı. Zorunlu oldu. Bugün AİHM’deki davaların yüzde 98’i bireylerin açtığı davalardır.

‘AİHM’İN NE ÖLÇÜDE AKTİVİST OLMASI KONUSUNDA HİÇBİR ZAMAN BİR GÖRÜŞ BİRLİĞİ OLMADI!’

- Avrupa kamu düzeninin bir parçasına dönüşme yolundaki o günkü AİHM ile bugünkü AİHM’İ kıyasladığınızda ortaya çıkan fiziksel ve yapısal farklılıklar nelerdir? Ve bugün AİHM nasıl bir ortamda çalışıyor?

Ve popülist rejimlerin baskısı altında ezilenlerin umut kaynağı olma misyonunu sürdürmeye çalıştığını vurguladığınız AİHM’in zaman zaman başarılı olamamasının altında yatan nedenleri nasıl ortaya koyuyorsunuz?

AİHM’in ne ölçüde aktivist olması konusunda hiçbir zaman bir görüş birliği olmadı. Bu konuda her yargıcın değişik görüşleri vardır. Ancak AİHM’in 70 yıllık yerleşmiş bir içtihadı var.

Kararlara yön veren evrensel ilkeleri var. Bunlar yargıçların kişisel görüşlerini sınırlar. Kararlara egemen olan içtihattaki ilkelerdir. Ancak Sözleşme’yi yorumlarken, uygularken AİHM’in insan haklarını ve demokrasiyi korumak için kurulduğu unutulmamalıdır. Yargıçlar Sözleşme’nin amacına göre yorum yapmalılar ve karar vermeliler.

‘DAVA YÜKÜ ALTINDA EZİLEN AİHM, BU YÜKÜ ULUSAL DEVLETLERE BIRAKMAK EĞİLİMİNDE!’

Bir de şu var: Dava yükü altında ezilen AİHM, bu yükü giderek daha fazla ulusal devletlere bırakmak eğiliminde. Nasıl ki takdir yetkisi, tamamlayıcılık ilkesi gibi devletlerin yetkilerini arttıran kavramlar son değişikliklerle Sözleşme’ye girdi. Bu gelişme kararlara yansıyabilir. Kararların daha tutucu olmalarına yol açabilir.

Oysa sağ popülist rejimlerle yönetilen ülkelerde AİHM’e büyük rol düşüyor. Bu ülkelerde hukuk devleti rafa kaldırılmış. AİHM, insanların tek güvencesi, tek umudu. Ama AİHM’in bu beklentilere karşılık verebilmesi, Sözleşme’nin girişindeki demokrasi, hukuk devleti ilkelerini koruyan kararlar kabul etmesine bağlı.

‘TÜRKİYE DEMOKRASİYLE YÖNETİLEN İNSAN HAKLARINA SAYGILI BİR DEVLET OLMADIĞI SÜRECE ÜYESİ İKİNCİ SINIF ÜYE OLARAK KALMAYA DEVAM EDECEK!’

- Bugün insan haklarının büyük bir gerileme içine girdiğinin gözlendiği popülist otoriter devletler grubuna dahil olduğuna dikkat çektiğiniz Türkiye’nin gerek Avrupa Konseyi içindeki konumu, gerek demokratik devletlerle olan ilişkileri bakımından durumuna yorumunuz?

AİHM, Avrupa’nın tek insan hakları mahkemesi. Avrupa kamu düzeninin parçası. Sözleşme, Avrupa’nın insan hakları anayasası. O nedenle AİHM, büyük bir saygınlığa sahip. Kararları davaya taraf olmayan devletler bakımından da etkili oluyor.

AİHM, 70 yıllık içtihadıyla Avrupa’da bir ortak hukuk dairesi yarattı. Bu daire içindeki devletler, AİHM kararlarına uyum sağlamak için düzenlemeler yapıyor. Böylelikle ortak standartlar ortaya çıkıyor.

Bir de bu daire içinde olup da ortak standartlara uyum sağlayamayan devletler var. Türkiye ne yazık ki bu grubun içinde.

Demokratik devletler topluluğu içinde olup da demokrasi, insan hakları, hukuk devleti alanlarında ortak standartların gerisinde kalırsanız, saygınlığınızı yitiriyorsunuz. İkinci sınıf üye oluyorsunuz.

Türkiye, insan hakları, demokrasi açığını reel politika ile stratejik önemi ile kapatmaya çalışıyor. Ukrayna savaşı da bu bakımdan yardımcı oldu. Ancak bunlar geçici.

Demokrasiyle yönetilen insan haklarına saygılı bir devlet olmadığı sürece, üyesi bulunduğu grubun ikinci sınıf üyesi kalmaya devam edecek.

‘TÜRKİYE AİHM’İN KAVALA KARARINI İNATLA UYGULAMADIĞI İÇİN İHLAL PROSEDÜRÜNÜN İŞLETİLDİĞİ TEK DEVLET. BU SÜREÇ ÜYELİKTEN ÇIKARILMASINA KADAR GİDEBİLİR!’

- Size çok soruldu evet, ben de yineleyeceğim: Türkiye ile ilgili ihlal kararı vermek sizi nasıl etkiliyordu?

Ayrıca Türkiye’nin AİHM’in belirlediği ortak insan hakları standartlarına uyum sağlayamayan devletler grubundan çıkması için neler yapması gerektiğini biraz daha açmanızı rica ediyorum.

Yargıç olarak karar verirken, taraflara eşit davranmak, davayı davalı ve davacının kimliğinden ya da ülkesinden soyutlamak zorundasınız. AİHM’de davacı birey ile davalı devlet eşit statüdedir. Karar biri ya da diğeri lehine çıkabilir. Önemli olan kararın insan haklarına ve adalete uygun olmasıdır.

Ama yargıç da insandır. Devletiniz aleyhine ağır insan hakları ihlalleri kararları çıkıyorsa, hele devletiniz bu kararlara karşın tutumunu değiştirmiyorsa, elbette üzülüyorsunuz.

Türkiye’nin demokratik ülkelerce benimsenen insan hakları standartlarına uyum sağlaması için her şeyden önce AİHM kararlarını uygulaması gerekir. Türkiye halen AİHM’in Kavala kararını inatla uygulamadığı için ihlal prosedürünün işletildiği tek devlet. Bu süreç Türkiye’nin Avrupa Konseyi üyeliğinden çıkarılmasına kadar gidebilir.

Türkiye’nin insan haklarına saygılı bir hukuk devleti olabilmesi için AİHM kararlarına karşı bu tutumunu değiştirmesi gerekir. Özellikle ihlal kararları karşısında savunmaya geçip “Biz haklıyız. AİHM haksız” refleksinden vazgeçmeli. Taraf olduğu Sözleşme’nin yükümlülüklerini yerine getirmeli ve AİHM kararlarını uygulamalı.

‘AİHM’DE GEÇİRDİĞİM 10 YIL BANA ÇOK ŞEY ÖĞRETTİ. YARGIÇLIĞIN BİR İŞ DEĞİL, YAŞAMA BİÇİMİ OLDUĞUNUN BİLİNCİ VERDİ!’

- AİHM yargıcının size kattıklarını, sizde yarattığı etkileri de okuyoruz. Bu göreviniz bakış açınıza ve amacınıza nasıl etkimiş/geliştirmiş/yenilemiştir? Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde geçirdiğiniz 10 yıl size neler öğretti?

AİHM’de geçirdiğim 10 yıl bana çok şey öğretti. Yargıçlığın bir “iş” değil, yaşama biçimi olduğunun bilincini verdi. Yargıcın demokrasilerde ne derece önemli bir role sahip olduğunu anlamama yardımcı oldu.

Yargıç yasayı uygulayan, yasayı yaşama geçiren kişi. Yargıç, yasayı yorumlarken misyonunun, yasanın çizdiği sınırlar içinde kalarak demokrasiyi, insan haklarını, hukuk devletini korumak olduğunu aklından çıkarmamalıdır. Her duruşmada biraz da kendisinin yargılandığını unutmamalıdır.

Yargıcın işini doğru yapabilmesi için bağımsızlığı ve tarafsızlığına özen göstermesi gerekir. Bu konuda kuşku doğurabilecek davranışlardan kaçınması, bir kuşku mevcutsa da davadan çekilmesi gerekir.

Hükümetin görevi, yargı kararları hoşuna gitmese bile, yargıcı koruyucu bir duvarla çevirecek tarafsız ve bağımsızlığını güvence altına almaktır.

‘BENİM DURUMUM DİĞER YARGIÇLARDAN BİRKAÇ NEDENLE FARKLIYDI!’

- Devleti savunan konumundan, devleti yargılayan konumuna geçmek kuşkusuz hiç kolay olmadı. Bunu anlatır mısınız ve neden sizin durumunuz diğer yargıçlardan farklıydı?

Benim durumum diğer yargıçlardan birkaç nedenle farklıydı. Bir kere en fazla davanın geldiği bir ülkenin yargıcıydım. Diğer yargıçlar sadece bir dairedeki davalara girerken, Türkiye’den açılan dava sayısı çok kabarık olduğu için Türk davaları birkaç daireye bölünmüştü. Ben bütün dosyaları okumak ve değişik dairelerde görülen davalara girmek zorundaydım.

İkincisi ben AİHM’deki görevime seçildiğimde, 32 yıllık Dışişleri memuruydum. Gerçi bu sürenin önemli bir bölümünde insan hakları ve AİHM ile uğraşmıştım. Ama devleti savunan konumundan devleti yargılayan konumuna geçmem kolay olmadı.

Bir geçiş dönemi yaşadım. İyi bir AİHM yargıcı olabilmek için devletle göbek bağını kesmenin gerektiğini öğrendim. Bu çok önemliydi. Çünkü AİHM’de devletin ajanı gibi hareket ederseniz, inandırıcılığını kalmaz, söylediklerinizi kimse dinlemez.

- Yeni tasarılarınızı sorarak bitirelim söyleşimizi.

Türkiye’nin içinde bulunduğu bu karanlık dönemin yakında sona ereceğini, demokrasiyle yönetilen, insan haklarına saygılı, hukuk devletinin geçerli olduğu, “normal” bir ülke olacağını umut ediyorum. O zaman ben de siyaset ve hukuktan biraz uzaklaşarak, deniz kıyısında bir yerde küçük hikâyeler yazmayı, müzikle uğraşmaya daha fazla zaman ayırmayı düşlüyorum.

Bir AİHM Yargıcının Not Defteri / Rıza Türmen / Hazırlayan: Işıl Kurnaz / İletişim Yayınları / 504 s. / 2022.


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon