Sinemayla büyümek: “The Fabelmans”
Steven Spielberg’ün Altın Küre ödüllü otobiyografik özellikler taşıyan son filmi “The Fabelmans” 50’li ve 60’yılların ABD’sinde sinemaya gönül veren bir gencin hikayesini anlatıyor
Sinemanın trenlerle ve atlarla bir ilgisi var kuşkusuz. Düşünecek olursanız 19. yüzyılın sonlarında hareket dediğiniz eylemi en çok görselleştireceğiniz şeyler bunlar aslında; trenler ve atlar yani. Elbette temelde hareketli resimler olarak tarif edilen sinemanın bu ikisini, en azından ilk başlarda, sık sık kullanması hiç de tuhaf değil. Teknik olarak 1884’de Eadweard Muybridge tarafından koşan bir atın 36 fotoğrafından oluşturulmuş 781 plaka kullanılarak yapılan Animal Locomotion daha sinema terimi icat edilmeden yapılan ilk ‘film’ sayılabilir. Benzer şekilde Lumiere Biraderlerin Paris’teki ilk sinematograf gösterimlerinden birinde (1886) izleyicileri paniğe sevk eden tren görüntüsünün yer aldığı “Bir Trenin La Ciotat Garına Varışı” adlı kısa film de sayısız filme ilham vermiştir sinema tarihi boyunca. Steven Spielberg’in son filmi “The Fabelmans”ı izlediğimde aklıma ilk bu filmin gelmesi bundan olsa gerek; zira izlediği ilk filmdeki (“The Greatest Show on Earth”) tren kazası sahnesinden fena halde etkilenen ve babasının ona aldığı tren setiyle ve annesinin yardımıyla aynı sahnenin bir benzerini evde çeken küçük Sam Fabelman’ın hikayesi bir çocuğun sinemaya nasıl tutkuyla bağlandığını anlatıyor. Bunun da ötesinde sinemanın onu nasıl büyüttüğünü, gençliğe adım atarken ya da yetişkinliğe hazırlanırken sinemanın onu nasıl adım adım ileriye taşıdığını, travmalarına nasıl eşlik ettiğini de anlatıyor.
Drama kategorisinde En İyi Film ve En İyi Yönetmen dallarında Altın Küre kazanan, muhtemelen bu yılın Oscar ödüllerinde de adını bol bol duyacağımız “The Fabelmans” bir yanıyla Steven Spielberg’ün kariyerinde (ve hayatında) önemli bir eşiği de temsil ediyor. Zira 50 yıllık sinema hayatı boyunca sayısız filmde öyküler anlatsa da ilk kez kendi biyografisine girme cesaretini göstermiş Spielberg. Cesaret diyorum, çünkü kendisini de çeşitli söyleşilerde dile getirdiği gibi, yıllar sonra hesaplaştığı ya da yüzleştiği meseleleri önce kağıda, sonra da filme dökmek hiç de kolay olmamış onun için. “Bunu herkese anlatmak benim için en zor şeylerden biriydi, çünkü bunu keşfettiğim 16 yaşımdan bu yana annemle aradamki en büyük sırdı. 16 yaş ebeveynelerinizin de insan olduğunu anlamak için çok genç bir yaş ve onları bu yüzden suçlamak için de tabii.” diyor Spielberg, genç Sam’in filmdeki o büyük keşfine dair. Elbette bu konuda fazla ayrıntıya girip de izleme keyfinizi kaçıracak değilim ama “The Fabelmans” hayat, sinema ve duygular üzerine son derece ustalıkla yazılıp çekilmiş, Spielberg’ün bu güne kadarki en kişisel filmi olmasının dışında 60’lı yılların ABD’sinden günümüze önemli mesajlar da yollayan güçlü bir film. Özellikle ergenlik yıllarında taşındıkları Kaliforniya’daki okulda karşılaştığı anti semitizim ve akran şiddeti gibi sorunların benzer ya da farklı biçimlerde hala gündemde olduğuna dikkat çekiyor Spielberg ve şöyle diyor: “Anti semitizm geri döndü çünkü birileri bunu istiyor, başka bir sebebi yok. Ayrımcılık ve ırkçılık (ve hatta İslamofobi ve yabancı düşmanlığı) ideolojisinin bir parçası olan anti semitizm üzerinden zehirli bir oyun kuruluyor.”
Tüm bunların da ötesinde “The Fabelmans” elbette Spielberg’ün sinemaya yazdığı aşk mektubu niteliğinde. Henüz 16 yaşındayken tanıştığı John Ford ile olan kısa ama fevkalade etkili anısını filmin finaline koyarken (ve burada John Ford rolünü de çağdaş sinemanın en önemli yaratıcılarından biri olan David Lynch’e vererek müthiş bir göndermede bulunmuş, buna bayıldım açıkçası) filmin hemen başına da Cecil B. DeMille’in “The Greatest Show on Earth”ünü koyarak kendi sinemasını şekillendiren iki mihenk noktasını işaretlemiş. Kameralar, projeksiyon makineleri, montaj teknikleri, çekim hileleri (ya da buluşları demek daha doğru belki) gibi bugün artık başka bir çağın sinemasına dair biraz da nostaljik sayılabilecek kırıntıları da filmin tamamına dağıtan Spielberg profesyonel kariyerinin hemen eşliğinde hikayesini bitirmeyi uygun görmüş. Bu da aslında bir büyüme hikayesi olan “The Fabelmans” için muhtemelen en doğru tercih.
Şunu da son bir söz olarak ekleyelim: Michelle Wiliams anne rolünde gerçekten çok iyi. Özellikle bir kaç sahnede belki de kariyerinin en iyi performanslarından bazılarını sunmuş. Oscar için güçlü bir aday olabilir, bir kez daha; tabii Altın Küre'yi kaptırdığı Cate Blanchett ("Tar") ona çelme takmazsa. Keza baba rolünde Paul Dano ve ailenin en yakın dostu rolünde müthiş bir iş çıkaran Seth Rogen de çok iyiler. Genç Sam rolünde kariyerinin ilk başrolüyle karşımıza çıkan Gabriel LaBelle ise yakından izlemek gereken oyunculardan biri şüphesiz.
FİLMİN NOTU: 8/10
En Çok Okunan Haberler
- Korgeneral Pekin'den çarpıcı yorum
- Suriye'yi nasıl terk ettiğinin ayrıntıları ortaya çıktı!
- Petlas'tan o yönetici hakkında açıklama
- Colani’nin arabası
- Nevşin Mengü hakkında karar
- 3 zincir market şubesi mühürlendi
- Geri dönüş gerçekten 'akın akın' mı?
- Komutanları olumsuz görüş vermedi, görevlerinden oldu
- 148 bin metrekarelik alan daha!
- Eski futbolcu yeni cumhurbaşkanı oldu