Yaşamak ve yaşamını sürdürmek insanın birincil var olma eylemidir.
Oysa insanların kitleler halinde birbirini öldürmeleridir savaş.
Var oluşa aykırıdır.
Bu yıkıcı çatışma, toz duman içindeki savaş meydanlarında, sönmüş ocaklarıyla harabeye dönmüş şehirlerde yaşanır, yığınsal katliamlarla sonuçlanır.
İnsanlar savaşır aralarında.
Neden?
Savaş saldırmak, yakıp yıkmak, öldürmektir.
Doğuştan saldırgan mıdır insan?
İngiliz Prof. Joseph Frankel’, “özellikle beslenme ve üreme için bir bölgenin kontrolü, sahip olma rekabeti gibi hayvanlarda görülen saldırganlık” güdüsünün insanlar arasında da ilkel çatışmalara yol açabildiğini söylüyor.
Kendisinin ve çevresinin varlığı tehlikeye girdiğinde inanılmaz sertlikte şiddet kullanabiliyor insan. Savunma da saldırının bir parçası oluveriyor. Güvenliğini sağlamak insan için yakıcı bir sorun.
Bireysel saldırganlık ancak eğitim ve kültürle önlenebilir.
Ya geniş topluluklarının resmen birbirini kırması, öldürmesi? Şiddetin meşrulaştırılması? Nedir? Nedendir?
Savaş kuramsal olarak birçok etkenle açıklanabilecek bir toplumsal olgudur.
Toplumlar geliştikçe savaş, birbirine düşman siyasal ya da toplumsal grupların belirli bir süre içinde farklı ölçekte yaptıkları büyük çatışmalara dönüştü.
19.yüzyılda Alman Carl von Clausewitz gibi hem eylemci hem kuramcı bir asker savaşı “rakibimizi irademizi yerine getirmeye zorlamayı amaçlayan bir şiddet eylemi” olarak tanımlıyor.
Tarihte bilinen ilk savaşlar İ.Ö.3.binyılda Güney Mezopotamya’da var olan kent devletleri arasından görüldü.
Kalay, bakır, kereste gibi o zamanın çok değerli maddelerinin ticaret yollarını denetlemeyi amaçlayan bu savaşlar kazanana zenginlik ve saygınlık kazandırıyordu.
Başkalarının ürettiğini öldürerek el koyma başarısı gösterenler övülüyor, kahraman sayılıyordu.
Bin yıl sonra, İ.Ö.2.binyılda Anadolu’nun güçlü Hitit Devleti başka ülkeleri talan eden, halklarını haraca bağlayan, insanları köle eden savaşların öznesiydi.
Özellikle Batı Anadolu’ya yaptıkları saldırılarla bölgeyi sömürgeleştirdikleri gibi onbinlerce kişiyi köle olarak başkentleri Hattuşa-Boğazköy/Çorum’a sürmüşlerdi.
Bedava emek için insanları köle yapmanın en kolay yolu onları savaşta esir etmekti.
Özünde, Batı’dan gelen Helenlerin Anadolu’ya göçü önündeki engelleri aşmada karşılaştıkları Anadolu direnişini anlatıyordu ama, İzmirli ozan Homeros İliada ve Odysseia destanlarında bu savaşa gerekçe olarak tehlikeli bir “aşk”ı koyuyordu.
Troyalı Prens Paris/Aleksandros Yunanistan’ın Peloponnes/Mora yarımadasındaki Sparta’nın Kralı Menelaos’un karısı Güzel Helena’yı kaçırmış, bunun üzerine birleşen Helenler o zamanlarda Anadolu’nun incisi olan, Çanakkale yakınlarındaki Troya’ya saldırmıştı. On yıl sürmüştü bu mitolojik savaş!
Savaş çıkarmak için “aşk” bile bahane olabiliyordu.
Tarihte başka toplumların birikimlerine el koymak, onların emeğini çalmak için halklarını savaşa sürükledi egemenler hep. Yönettikleri insanları, farklı gerekçelerle, daha çok refah sağlayacakları vaadiyle ölüme gönderdiler.
Çatışma sonucunda cepleri dolacak, ölünce de eski İskandinavya’da valhalla’ya, antik Yunanistan’da elisyum’a, Orta Doğu’da cennet’e gidecekti savaşçılar. “Martyr” ya da “şehit” olacaklardı.
Modern zamanlarda, kapitalizm emperyalizme dönüştükçe, kapitalist odaklar daha önce şiddetle ezdikleri eski sömürgelerini yeni pazarlara dönüştürürken, birbirleriyle pazar paylaşımı savaşlarına giriştiler.
Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarındaki paylaşım kavgası, ideoloji kılıfıyla milyonlarca insanın ölümüne, inanılmaz büyüklükteki maddi varlığın, birikmiş emeğin yok olmasına yol açtı.
Silahların teknolojik gelişimi, atom ve hidrojen bombalarının kullanılmasının, inanılmaz güçteki yeni silahların insanlığı tümden yok edebileceğinin anlaşılması yeni bir büyük, genel paylaşım savaşının çıkmasını önlüyor, yerini bölgesel çatışmalarına bırakıyordu. Yapay bir denge oluşuyordu sanki!
Oysa kapitalizm iç buhranlarını, ekonomik krizlerini gidermek için savaşa ihtiyaç duymaktan vaz geçmiyordu!
Silah üreticileri ve tüccarları için de biçilmiş kaftandı yerel çatışmalar.
Ancak paylaşılacağı kadar paylaşılmıştı dünya!
Uluslararası sermeye tüm dünyaya nüfuz etmiş; parayı, sanayiyi, teknolojiyi, bilişimi elinde tutan yeni feodal beyler, yer yer direnişle karşılaşmalarına rağmen dünyanın hâkimi görünüyordu.
Üstelik bunca acıdan ve ölümden sonra kitleleri büyük savaşlara ikna etmek zordu. Barışseverler bütün dünyada ayağa kalkıp seslerini yükseltebiliyorlardı.
Ama, savaşlardan büyük acılar çekmiş Avrupa’nın göbeğinde, Ukrayna’da çıkan yeni çatışmalar insan bilincini sarstı.
Demek, teknoloji ne denli gelişmiş olursa olsun; elektronik ve bilişimdeki dev adımlar ne kadar büyük olursa olsun; Mars’a gitmek için hazırlıklar yapılsa da bitcoin/blokchain tekniği nesnel paranın yerini yavaş yavaş almaya girişse de büyük kıyametlere yol açabilecek bir savaş çıkabiliyordu.
Nedeni ve büründüğü biçim ne olursa olsun; önderliğini kim yaparsa yapsın toplumlar savaşa sürüklenebiliyordu.
O kanlı elli savaş arkaik vahşiliğinden vaz geçmiyor, ondan çıkarı olan, savaşı yöneten güçler oluşan şiddetin etkilerine aldırmıyor, bu ortamdan fayda sağlamaya çalışıyorlardı.
Kırk milyon insanıyla; 312 bin m2, neredeyse Türkiye’nin yarısı kadar alanıyla, Ukrayna bombalarla sarsılıyor, sarsıldı son zamanlarda.
Kan aktı/akıyor! Onlarca yılda yapılanlar yıkıldı/yıkılıyor!
Peki, nereye evrilecek bu ağır savaş?
Yeneni, yenileni bir yana asıl kaybedeni, yıkımın bedelini ödeyeni hep sıradan insanlardır savaşın.
Komşu ülkelere kaçmak için yollara dökülmüş ellerinde çantalarıyla kadınlar; hınca hınç dolu sığınaklar; bomba yağdıran hızlı uçaklar; otoyollarda tanklar, konvoylar; hendeklerde, sokaklarda ölü insanlar.
Ne kadar şaşkın ve çaresizdir savaşta özellikle çocuklar.
Fransız Napolyon’un Rusya’ya saldırdığı 1805-1812 yıllarında yaşanan olayları anlatan dünyaca ünlü büyük Rus yazar, bilge Lev Tolstoy da dört ciltlik “Savaş ve Barış” (Voyna i Mir) romanının sonunda “savaşın toplumlar için büyük felaketlere yol açtığını” yineler.
1564-1616 yıları arasında yaşamış büyük İngiliz ozanı ve oyun yazarı Shakespear, IV.Henry adlı eserinde, daha o yıllarda, “savaş meydanında muzaffer bir biçimde dikilmek kadar iğrenç bir yiğitlik yoktur” diyordu. “Cesaret ve yiğitliği beğenmek de öldürmek kadar ruhu yaralar”, “zaferin verdiği mutluluk çabucak geçer” diye ekliyordu.
Mustafa Kemal Atatürk’ün ifadesiyle, “yurt savunması dışında savaş cinayettir”.
Ne kadar ağır bir sözcüktür cinayet: İnsanın insanı öldürmesi.
Oysa barış her zaman mümkündür!
Anadolulu Hititlerle Afrikalı Mısırlıların İ.Ö.1274’de yaptığı, o zamanki dünyanın en büyük çatışmasında, Kuzey Suriye’deki Kadeş Savaşı’nda taraflar yenişememişler, ardından oturdukları masa başında bir barış anlaşması yapmışlardı.
Bu anlaşmanın çivi yazılı kopya metni bugün New York’ta Birleşmiş Milletler binasının bir duvarında duruyor.
Olumsuz örneklere olumlu örnekler eklenmeli. Savaşa her zaman hazır olmaktan çok, barış için, barışı sürdürmek için çalışmalı insan.
Bunu sağlamanın yolu, gücü elinde bulunduran egemenlerin geniş kitleler tarafından dikkatle denetlenmesi, bu gücün sıkıca sınırlandırılmasından geçiyor.
Bireysel ve yaygın eğitimle pozitif yaşam kültürünün aktarılması da toplumların barış bilincini yükseltmenin bir yolu.
Sorunlar tartışarak, konuşarak, anlaşarak çözümlenmeli.
Gerçekte, sonsuz evrenin bir köşesindeki mavi gezegenimizde doğanın verdiği nimetleri hakça paylaşarak, bolluk ve barış, karşılıklı toplumsal anlayış içinde, hoşgörüyle mutlu bir yaşam sürdürmek varken, savaşmamalı insanlar?
Barıştan daha huzur veren ortam ne olabilir ki?
Bir çocuğun gülümsemesidir barış.