Ayşe Emel Mesci

12 Eylül’den niye kurtulamıyoruz?

14 Eylül 2015 Pazartesi

Linç kültürünün sanki arada hiçbir şey yaşanmamışçasına yeniden ve aynı kolaylıkla gündeme sokulabilmesi sadece demokrasiyi savunan kesimlerin güçsüzlüğüyle, çatışma ortamlarında kaba kuvvetin öne çıkmasıyla izah edilebilir mi?

Her türlü anti-demokratik uygulama, en temel insan haklarının rahatça çiğnenmesi ve bu alanda tam bir cezasızlığın hüküm sürmesi, hatta göstere göstere yapılan kanunsuzluklar karşısında toplumların önemli kesimlerinin sessiz ve duyarsız kalması sadece gücü elinde bulunduranların yaptıkları ve yapabileceklerini hissettirdikleri baskılarla, yani korku ve tehditle açıklanabilir mi?
Linç kültürünün sanki arada hiçbir şey yaşanmamışçasına yeniden ve aynı kolaylıkla gündeme sokulabilmesi sadece demokrasiyi savunan kesimlerin güçsüzlüğüyle, çatışma ortamlarında kaba kuvvetin öne çıkmasıyla izah edilebilir mi?
Bence bu durumu tek başına güncel koşullarla, siyasal nedenlerle ilişkilendirmek yetersiz kalıyor, konunun ciddi tarihsel ve kültürel kökleri olması gerekiyor.

Kulluktan yurttaşlığa
Cumhuriyetin sıkça kullanılan temel tanımlarından biri, kulluktan yurttaşlığa geçiştir. Cemaat parçalanmasının, her türlü alt kültürün, farklı nitelikte bağımlılık ilişkilerinin üzerine çıkan ve onları da dönüştüren modern bir aidiyeti ifade eden bu geçiş, çok önemli birkaç kavramı da beraberinde getirir: Özgürleşme, birey olma, toplumsal sorumluluk taşıma.
Özgürleşme; eski toplumsal, ekonomik, coğrafi vb. bağlardan kurtulmayı olduğu kadar bir fırsatlar çoğulluğuna ulaşmayı, yani görece eşitleşmeyi de kapsar (veya kapsamalıdır). Birey olma, kerameti kendinden menkûl bir pirin eteğinin dibinde müritlikten kurtulup, çok daha geniş bir toplumsal ve yasal çerçeve içinde kendi özgür iradesini kullanma hakkını olduğu kadar, her türlü otorite karşısında sorgulamaya dayalı “itaatsizlik hakkını ve sorumluluğu”nu da gündeme getirir (veya getirmelidir).
Toplumsal sorumluluk ise, özgürleşmiş bireylerin atomlaştırdığı bir dokuyu yadsıyarak, insanların toplumlarına ve gezegenlerine sahip çıkmanın yollarını arayıp buldukları, dayanışma ve paylaşmayı unutmadıkları bir varoluş tarzının en önemli yapıtaşını oluşturur (veya oluşturmalıdır).
Cumhuriyet bunları güvence altına alabilmişse söz konusu geçişi başarıya ulaştırmış sayılabilir. Bu güvencenin en önemli mihenk taşı da eğitim sistemidir.
Eğitim sistemimizin bütününe, üstelik sadece son dönem itibarıyla değil, epey uzun bir geçmişle birlikte bakıldığında, bu kavramların ülkemizde pek yaşam hakkı bulamamasına şaşırmaya gerek kalmıyor. Bu konudaki tek gerçek ve farklı örnek sayılabilecek Köy Enstitülerini de elbirliğiyle silip süpürmüşüz zaten.

Makus talihimiz
Konu, sadece devletle, siyasi iktidarlarla ve onların toplumla kurdukları/ kurmaya çalıştıkları ilişkilerle sınırlı olsaydı, emin olun 12 Eylül faşizminin izleri çoktan silinmiş, sorumluları çoktan adalet önünde hesap vermiş, 12 Eylül darbesi bir yakın tarih malzemesi haline indirgenmiş olurdu. Ama olmadı. Sadece siyasi nedenlerle açıklanamayacak kadar geniş ve derin bir toplumsal ve kültürel sorun söz konusu çünkü. Kullaşma/ kullaştırma toplumun en küçük gözeneklerine, birimlerine kadar yeniden üretilip gündelik yaşamın parçası haline getirilen bir makus talih gibi... İnsanlar sadece devletle ilişkilerinde değil, her alanda bu sürece hem maruz kalıyor hem de onu yeniden üretiyorlar.
Yetkiyi eline geçiren hiç kimse karşısında özgür, sorgulayan, karşı çıkan bireyler istemiyor. Böyleleri ortaya çıktığında da bir şekilde “günah keçisi” haline getiriliyor, sürü tarafından dışlanıyor, sadece tepedekiler/ karşı çıktıkları tarafından değil, aynı yerde durduklarını sandıkları tarafından da hizaya sokulmak isteniyorlar.
35. yılına geldik, 12 Eylül’den biraz da bu nedenle kurtulamıyoruz bir türlü.  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Buzdağının altı 4 Kasım 2024

Günün Köşe Yazıları