Ayşe Emel Mesci

Gergedanın suçu ne?

21 Ağustos 2017 Pazartesi

Çoğulculuğun değil çoğunluk tahakkümünün ağır bastığı, farklı düşüncelerin özgürce ifade edilip tartışılabilmesine kapıların kapatılıp siyasetin biat üzerinden tanımlanmaya başladığı ortamlar otoriterliğin doğal fideliğini oluştururlar. Bu fidelikte simgeler, hatta tek tek sözcükler zaman içinde değişen, kendi temsil boyutlarını çok aşan değerler yüklenir, deyim yerindeyse birer mayına dönüşürler. Tarkovski’nin, geçilmemesi gereken sınırın (“kırmızı çizgi” de diyebilirsiniz) ötesine yolculuğu anlattığı unutulmaz “İz Sürücü” (“Stalker”) filminin “iç mekânda yaratılmış çöl” sahnesindeki gibi, yanlış bir adımda mayın tarlası canlanır, mayınlar art arda patlamaya başlar ayaklarınızın altında.

Asabiyye parçalanınca...
Aslında siyasetin tüm ezici etkisine karşın, söz konusu olan bir kültürel ortamdır. Çünkü siyasetin kapsayabildiği zaman diliminden çok daha uzun süreli bir aralığa ve çok daha derinlemesine yerleşmiştir, kendine bir tür “yaşam alanı” oluşturmuş, toplumun genlerine sızacak zamanı bulmuştur.
İki yanında mayın tarlalarının kurulduğu simgesel sınır(lar), toplumu fay hattı (hatları) gibi ortasından yarar, parçalar. Bu, aynı zamanda toplumları bir arada tutan çimentonun da giderek ufalanması, dağılması anlamına gelir. Çünkü kurucu “toplumsal sözleşme” simgeler savaşında ifadesini bulan “ötekileştirici düşman hukukları”nın pençesinde rafa kaldırılmıştır.
Temel sözleşmelerin, yani hukuk, etik gibi hem egemen olduğu hem de içselleştirildiği varsayılan değer manzumelerinin rafa kalkması, bir yandan sürü psikolojisini diğer yandan ilginç bir paradoks sonucu daha fazla parçalanmayı ve hizipleşmeyi teşvik eder. Çünkü bireysel güvence artık genel kurallara uymakta değil, iktidar odaklarına yakın olmakta aranır. O nedenle bir yandan hamaset, diğer yandan ayak oyunları hız kazanır. İstediğiniz kadar “birlik, beraberlik” nutukları atın, İbn Haldun’un meşhur tanımıyla, “asabiyye” parçalanmıştır artık.

Toplumsal fars
Etraflarına topladıkları küçük ya da büyük kalabalıklarla küçük ya da büyük güç odakları oluşturarak varlıklarını sürdüren küçük ya da büyük derebeyler, merkezden çevreye doğru yaydıkları biat kültürüne ve bol bol hamasete yaslanarak iktidarlarını sürdürmeye çalışırlar. Çünkü iktidarsız yapamazlar. Bu, kısmen onların, çok daha geniş ölçüde de onlara maruz kalanların trajedisidir. Sorgulamadan yürüyormuş gibi görünen kalabalıklar ise bir yandan sürüden farklı ses çıkarmamaya, diğer yandan da sürü içinde öne geçmeye çabalarlar, bu amaçla tepişip dururlar. Bu da onların komedisidir. Sonuçta ortaya, bir tarafı “Macbeth”e, diğer tarafı “Gergedan”a uzanan bir toplumsal traji-komedi, bir fars çıkar. Ve hepimiz ruhlarımız paramparça bir halde, mayın tarlalarında korku içinde koşuşurken güleriz ağlanacak halimize, ya da ağlarız gülünecek halimize...
Simgelerle başladım, simgelerle ilgili bir soruyla bitireyim. Simgelerin “zamanın ruhu”na göre belirlenen, farklı anlam katmanları içinde şekillenen ilginç yolculukları oluyor. Acaba Ionesco “Gergedan”ı 1959’da değil de, insanın bu gezegene gelmiş hem en yaratıcı hem de en yok edici canlı olduğu konusunda artık fazla bir kuşkuya yer kalmayan günümüzde kaleme alsaydı, bu kadar insan-merkezci davranır, zavallı gergedana bu kadar haksızlık eder miydi?  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Buzdağının altı 4 Kasım 2024

Günün Köşe Yazıları