Ayşe Emel Mesci

Salgın günlerinde tiyatro yapmak

05 Ekim 2020 Pazartesi

Darülbedayi’nin 1930’da yaptığı başarılı Ankara turnesinin ardından Muhsin Ertuğrul ve arkadaşlarını kabul eden Atatürk’ün tutumu, genç Cumhuriyetin tiyatroya ve genelde sanata karşı tavrını yansıtması bakımından çok anlamlıdır. Muhsin Ertuğrul’a, “Siz benim ta ataşemiliterlik çağımdan beri memleketimizde görmeyi candan özlediğim bir hayali gerçekleştirdiniz. Şimdi ben, Devlet Reisi olarak size soruyorum: Hükümetten ne gibi bir yardım istersiniz?” diyen Gazi’nin yaklaşımı öyle bir çizgi çekmiştir ki sonraki yıllar Ankara’da konservatuvar, Devlet Tiyatroları, Devlet Opera ve Balesi gibi kurumların peş peşe açılmasına tanıklık etmiştir.

Tiyatronun altın çağı

Cumhuriyetin bu döneminde Atatürk’ün toplu vizyonu içinde sanata ve genelde kültüre gösterdiği olağanüstü ilginin ülkemizdeki sahne sanatlarının Batılı anlamda kurumsallaşmasında oynadığı rol yadsınamaz. Bu kurumsallaşma daha sonra da sürmüş, sahne sanatlarının yurt sathına yayılmasında önemli bir rol üstlendiği gibi, devlet tiyatroları da konservatuvar sayesinde tiyatro eğitimi almış kuşaklarla ilerleme şansını yakalamıştır.

1961 Anayasası’nın getirdiği görece özgürlük koşullarında ise özel tiyatrolarda büyük bir patlama yaşandı, pek çok topluluk bu döneme damgalarını vurdu, 1960’lı yıllar Türkiye’de “tiyatronun altın çağı” olarak anıldı.

Bu dönemlerin ortak niteliği, siyaset sınıfı ve kamuoyu tarafından tiyatro sanatına verilen değerdir. Gerçi 12 Mart’a giden süreçte kimi oyunların yasaklandığı, Anadolu turnelerinin engellendiği olmuştur ama genel anlamıyla tiyatro sanatı saygınlığını hep korumuştur.

Öç alma isteği

Yaşadığımız dönemde ne yazık ki bu değer yargıları korunmadı. Bunda iletişim araçlarındaki çeşitli değişimler, internet çağı gibi birçok nesnel etken rol oynadı kuşkusuz. Ama onun da ötesinde toplumdaki en yerel birimden en tepeye kadar karar vericilerin, sanatı, yazının başında verdiğim örneklerdeki gibi görmeyen, hatta bunun yanına bile yaklaşamayan duruşlarının da azımsanamayacak bir payı var. Okuyanın, yazanın, aydının, sanatçının, akademisyenin pek sevilmediği, köşeye sıkıştırılmaya, susturulmaya çalışıldığı bir devir bu. Bir tür öç alma söz konusu sanki. Her kurumda, hatta her köşe başında liyakat değil, bilgiden çok ilişki ağlarından yararlanan ve açıkça söyleyelim, yalakalık yapan vasatın üstünlüğü esas alınıyor. Gerçek değerler ise sosyal medya çukurunda Roma arenalarındaki gibi canavarların önüne atılırken, pleb kalabalıkları zevkten kendinden geçiyor. İşini en iyi şekilde yapmaya çalışan insana -iktidar veya muhalefet hiç fark etmiyor- karar vericiler nesli tükenmiş bir kuşa bakar gibi bakıp rahatsız oluyorlar.

‘Tiyatro yapma!’

Bir şeye sinirlenildi mi soldan sağa herkesin ağzında aynı cümle: “Tiyatro yapma!” Bu bir tek cümle nereden nereye geldiğimizin, getirildiğimizin özetidir aslında. Bunda cumhuriyetin armağanı olan güzelim kurumları gayya kuyularına dönüştüren çapsız yöneticilerin, okullardan tiyatroda oynamak için değil, dizilere seçilmek için mezun olan kuşakların ve genel anlamda ideallerini yitirmiş, sadece günü kurtarmak için yaşayan bir toplumsal zihniyetin de payı var tabii ki…

Tiyatroyu yıpratan bu koşullara bir de salgın eklenince vaziyet içinden çıkılmaz bir hal aldı. Özel tiyatroların durumu içler acısı. Turneler yapılabilecek mi, seyirci gelecek mi, belirsiz; AVM’ler açık ama tiyatro salonlarının tepesinde hep Damokles’in kılıcı… Yine de inatla boğuşanları, tiyatronun namusu adına mücadele edenleri saygıyla izliyorum. Ama şunu da söylemeden geçmek istemiyorum: Umarım salgın döneminden istifade, bir zamanların gözde yasa tasarıları yeniden gündeme getirilmez, örneğin devlet tiyatrolarının bütçesinin iyice kırpılması, özel tiyatroların içinde bulundukları zorluklarla meşrulaştırılmaya çalışılmaz. Devlet tiyatrolarının kötü yönetiliyor olması, cumhuriyetle kazanılmış haklardan vazgeçilmesi için bir bahane olamaz.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Dünya bir sahnedir 1 Nisan 2024

Günün Köşe Yazıları