Ayşe Emel Mesci

‘Yepyeni bir İstan-buldun’

07 Mayıs 2018 Pazartesi

Bazı insanlar vardır, öyle ışıklıdırlar ki kendileri bu yönde özel bir çaba harcamadan duruşlarıyla, yaptıklarıyla, varlıklarıyla odak noktası olurlar. Bu hayattan mutlaka bir iz bırakarak geçerler. Biz de gözlerimizi tarihe dikip bir dönemi anlatmak istediğimizde ilk onları hatırlarız, onlar simgeleşirler.
60’lar Türkiye’nin cumhuriyet tarihinin en önemli ve ilginç dönemlerinden biridir. Beğenseniz de beğenmeseniz de, 1961 Anayasası’nın sağladığı göreli özgürlük ortamında Türkiye toplumu pek çok alanda nitel bir sıçrama yaşamıştır. Bugün 68 Hareketi diye tanımlanan olgunun altında böyle bir zemin vardır ve 68 esas itibarıyla bir ruh hali”dir.

Tiyatronun altın çağı ve Haldun Taner
Tiyatroda 60’lı yılların hâlâ “altın çağ” diye anılmasının bence en büyük nedeni, söz konusu “ruh hali” ve yaşanan toplumsal sıçramadır. Gözlerimizi o “altın çağ”a diktiğimizde aklımıza gelen, döneme damga vurmuş isimlerin arasında hemen öne çıkanlardan biri Haldun Taner’dir: “Keşanlı Ali Destanı” (1964), “Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım” (1964), “Bu Şehr-i İstanbul ki” (1968), “Sersem Kocanın Kurnaz Karısı” (1969) ve daha pek çok oyun…
Haldun Taner 1967’de kuruluşuna ön ayak olduğu, Zeki Alasya’lı, Metin Akpınar’lı, Ahmet Gülhan’lı “Devekuşu Kabare Tiyatrosu” ile de dönemin tiyatrosunda iz bıraktı. Ben o sırada Dormen Tiyatrosu’nda çalışıyordum. Annemle birlikte Devekuşu Kabare’nin oyunlarını izlemeye giderdim. İnsanların kahvelerini, çaylarını veya içkilerini içerek oyun izledikleri, “kabare” geleneğini Türkiye’ye taşıyan bir tiyatro türüydü bu. Yan taraftaki masalardan birinde de hep Haldun Taner otururdu. Yüzünde hiç eksilmeyen nazik gülümsemesi, seyircilerin tepkisini ölçer, notlar alır ve oyunlar sürekli “güncellenirdi.” Tiyatro yazınımızda gelenekselle modern arasındaki en sağlam köprülerden birini oluşturan Haldun Taner, Doğan Hızlan’ın çok güzel saptamasıyla, “kabareye bizim geleneksel ortaoyununun ruhunu katmıştı.”

Haldun Taner Müzesi
1974 yılıydı. Cezaevinden afla çıkmış, Muhsin Ertuğrul sayesinde Şehir Tiyatrosu’ndaki kadroma geri dönebilmiştim. Bir gün tiyatroda Haldun Taner ile karşılaştım. Her zaman olduğu gibi Muhsin Hoca’yı ziyarete gidiyordu kuşkusuz. (Modern tiyatromuzun bu iki üstadı arasındaki yazışmalardan, notlardan örnekleri Feneryolu’nda kısa süre önce açılan Haldun Taner Müzesi’nde görünce bir garip oldum, kendimi bir garip hissettim ki sormayın…) Hemen durdurdu beni: “Çok geçmiş olsun, çok sevindim tiyatroya döndüğünüze” dedi. Ben heyecanlandım o genç halimle, ona ne kadar hayran olduğumu ifade etmeye çalıştım kendimce. O güzel, kibar gülümsemesiyle dinledi biraz, sonra eşsiz nezaketiyle “Sakın kendinizi olduğunuzdan önemsiz görmeyin” diye sözümü kesti, “sizler bu memleket için çok önemli işler başardınız.”
Haldun Bey sadece tiyatronun, edebiyatın, sanatın değil, bugün “bir zamanlar İstanbul…” dediğinizde aklınızda uyanan her türlü çağrışımın da simgesiydi. Can Yücel ne güzel söylüyor, “Haldun Taner’e” şiirinde: “Baktım sana Yahya gibi Teşvikiye’den / Çimler seni etmiş olmalı ki teşvik / Küplüceye (taa) gidiyordun… / Yürüyordun aramızda / Yürüyordun aramızdan… / Giderayak / Sen belki de / İnsan Haldun / Çokbigüzel / Çokbigüzel / Çokbigüzel / Yepyeni bir İstan-buldun.”
Bugün 7 Mayıs. Haldun Taner’in aramızdan ayrılışının 32. yılı. Bence Kadıköy taraflarındaysanız, Haldun Bey’in değerli eşi Demet Taner’in çabası ve Kadıköy Belediyesi’nin katkılarıyla açılan Haldun Taner Müzesi’ni bir ziyaret edin, ya da alın elinize bir Haldun Taner kitabı (örneğin “Ölürse Ten Ölür, Canlar Ölesi Değil”), “başka bir İstanbul, başka bir Türkiye mümkünmüş” deyin.  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Buzdağının altı 4 Kasım 2024

Günün Köşe Yazıları