Olaylar Ve Görüşler

Benmerkezcilik, gösteriş ve tüketim

06 Mart 2020 Cuma

Prof. Dr. Nazife Güngör

Üsküdar Üniversitesi Öğretim Üyesi

İnsanlığın bugün içerisinde kıvranmakta olduğu bu girdabın mimari kapitalizmin acımasız yarışmacı anlayışı. Sömürü sisteminin adı değişmişti, ama özünde değişen pek de bir şey yoktu. 

Hiç kimsenin kendi kendisine yetmediği garip bir çağda yaşıyoruz. Tuhaf bir gösteriş merakı. İnsanların neredeyse çoğunluğu kendi yaşam alanlarını, başkalarına seyir hizmeti veren birer sahneye çevirmiş olup gösterinin başarılı oyuncuları olmak için çabalıyor. Gösteriş odaklı bu yarış, çağımız insanının belki de içerisine düştüğü en büyük tuzak. Bir yandan garip bir benmerkezcilik var, ama diğer yandan kendisini başkalarına kanıtlamak için kıyasıya bir kıvranış. Neredeyse varını yoğunu başkalarınca onaylanmaya ve görünür olmaya adayacak noktaya gelen bir insanlık. Nasıl bir çağda yaşıyoruz anlamak mümkün değil. Varlığın ve yokluğun sınırları belirsizleşmiş, varsıllık ve yoksulluğun tanımı değişmişçesine bir karmaşa. İnsanların derdi nedir, neden bu doyumsuzluk, bu hırs, bu ihtiras? 

Tuzağı kuran kapitalizm

İnsanlığın bugün içerisinde kıvranmakta olduğu bu girdabın mimarı, kapitalizmin acımasız yarışmacı anlayışı. Kapitalizm eskinin efendilerini yeni dönemin patronları, özellikle de ekonomik gücü haline getirirken, eskinin kölesini de modern çağın işçisi, yani modern kölesi haline getirdi. Sistemin adı değişmişti, ama özünde değişen pek de bir şey yoktu. Herkes kendi yerini ve koşullarını koruyordu aslında. İlişkilerin biçimi değişmişti, ama özünde her şey aynıydı. Değişen tek şey ise makineleşmeyle birlikte oluşan modern endüstriyel ortamda çalışma yaşamının ritmindeki akıl almaz hızlanmaydı. İşçi daha çok çalışıyor, patron daha çok kazanıyordu. Makineleşmeyle birlikte başlayan seri üretimle birlikte üretimin hacmi akıl almaz düzeyde artıyordu. Kapitalizmin güçlenerek sürmesi kıyasıya yarış demekti. Yarışta önde olmak ise seri üretime kitlesel tüketimle karşılık vermekle olanaklıydı ancak. İşte tam da bu noktada iş yine kitlelere, yani kendi mütevazı dünyalarında yaşamlarını zar zor sürdürmeye çalışan işçiye, esnafa, köylüye vs. düşüyordu. Nitekim insanları, gereksinimleri olsun ya da olmasın mutlaka tüketime yönlendirmek gerekiyordu ve bunun için de stratejiler geliştirilmeliydi. 

Tükettirme taktiği

Kitleleri tüketime yöneltmek için kapitalizmin en incelikli stratejisiydi moda. Satın alınan bir giysinin, bir ev eşyasının vb. yıllarca kullanılabilmesi mümkündü, ancak ele güne karşı modası geçen bir şeyi kullanmak da olmazdı tabii. Saygınlık, statü denilen şeyler vardı ve sosyeteye rezil olmak olmazdı. Ve gerek duymasalar bile insanların sürekli satın almaları, eskitmeseler bile çabucak vazgeçmeleri, dolayısıyla da tüketim edimini yaşamlarının merkezine taşımaları gerekiyordu. Bir zamanlar maddeye sahip olmaktan alınan haz yeni tüketim stratejileri doğrultusunda satın alma anına sıkıştırılmıştı. İnsanlar artık nesnelerle, eşyalarla yani şeylerle uzun süreli bir sahiplik ve mülkiyet ilişkisi kurmuyor, satın alma süreci tamamlandığı anda haz da sona eriyor. Bu çabuk tüketme ve sürekli yenisini alma eğiliminin kapitalizm tarafından oluşturulan dayanağı ise moda. Satın alındığı anda modası geçen, modaya uymak için de sürekli satın alma gereği duyulan bir tükettirme stratejisi.  

Tüketim, yaşamın merkezine taşınarak zamanla insanların yaşam biçimi haline geldi, dolayısıyla da kültürel bir niteliğe büründü. Sorun da bu noktada başladı aslında. Çağımız insanı giderek tüketmekten zevk alır hale geldi. Sorunun asıl ciddi boyutu ise tüketime alıştırılan, tüketimden haz alır hale gelen insanlar üretimden uzaklaşıyor, üretmekten keyif alamaz hale geliyor.  

İnsanları üretimden alıkoyarak tüketime alıştırma stratejisi, özellikle de Batılı kapitalist ülkelerin ekonomik açıdan yeterince gelişememiş diğer ülkelere, neoliberalizm adı altında uyguladıkları politikalarla küresel düzeyde belirginlik kazanması tüketim kültürünün de küreselleşmesi demektir. Kapitalist ülkeler üretirken, diğer ülkelerin tüketici pazar alanı haline getirilmeleri kapitalizmin bir yaşam biçimi, dolayısıyla da bir kültür olarak yerleştirmeye çalıştığı tüketim aslında mevcut düzenin ve o düzen içerisinde kurulmuş güç ilişkilerinin devamına hizmetten öte bir şey değil. Düzenin böylece sürmesi için de bir yanda bütün üretim araçlarına sahip, üretim ilişkilerini kontrol eden ve seri üretim yapan bir kesim, diğer yanda ise kendisi için başkalarınca oluşturulan yaşam biçimi içerisinde tek zevki seri tüketim yapmak olan bir başka kesim. 

İnsan olmanın gereğidir üretim

Oysaki insan olmanın anlamı üretimdir. İnsan içerisine doğduğu dünyaya ne denli katkı yaparsa o denli insandır. Doğanın içerisine doğan canlılar arasında aklını kullanan, araç gereç ve alet yapabilen tek varlık insandır. Diğer canlılardan farklı olarak insan yaratır, üretir, plan yapar, yaşamını ve çevresini organize eder, sistem kurar. İnsanı insan yapan temel özelliklerden biri, onun içerisine doğduğu dünyayı kendi istek ve beğenilerine göre düzenlemektir. Oysa çağımızın tüketim kültürü tuzağına düşürülmüş olan insan pasif hale getirilerek bütün bu özelliklerini yitirme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Üretmeyip sadece tüketen insanın içerisinde yer aldığı doğaya hükmetmesi, dünyayı değiştirmesi gibi bir isteği ya da yönelimi olamaz, çünkü üretim haz ve yetisini yitirme süreci içerisine girmiş bulunmaktadır. Bu da onun için sürekli tutsaklığa mahkûm olmak demektir. Oysa büyük düşünür Hegel, yüzyıllar öncesinde insanlığın dikkatini bu noktaya çekmeye çalışmıştı. İnsan üretirse, mücadele ederse ancak dünyayı değiştirebilir, kendisi için daha iyi bir dünya kurabilir demişti. Bir başka ünlü düşünür Marx ise insanın özgürleşmesinin, daha eşitlikçi, daha adil, daha mutlu bir dünya kurmasının tek yolunu çalışmak, üretmek olarak işaret ediyordu. Boşuna değil söyledikleri. Vardı bir bildikleri büyük filozofların. Hegel, efendinin baskısı ve zulmü altında ezilen kölenin trajik yaşamına tanıklık etmişti. Marx, patronun himayesinde insanlığa sığmayan koşullarda çalışmak ve yaşamak zorunda kalan işçi yığınlarının dramına dokunmuştu ta derinden. Her ikisi de insanlığı, kendisini acımasızca feda etmekte olduğu güç paylaşımları ve savaşları kıskacından nasıl çıkaracaklarını düşündü. Kurtuluş için her ikisi de aynı çözüm yolunu geliştirdi: Çalışmak ve üretmek. 



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları