Olaylar Ve Görüşler

Devletin partisinden parti devletine

03 Ekim 2019 Perşembe

YAZAR:PROF. DR. HAKKI UYAR
Dokuz Eylül Üni. Öğr. Üyesi

Partiler geçicidir, kalıcı olan devlettir, millettir. Partili bir başkanın egemen olduğu siyasal sistem sürdürülebilir değildir; Türkiye’de demokrasiyi ve ülkenin bekasını tehlikeye sokacak özellikler taşımaktadır.


1 Ekim’de TBMM, yeni yasama yılına başladı. 150 yıllık par­lamenter sistem içerisinde TBMM, en etkisiz dönemini ya­şıyor denilebilir. Bu noktada ye­ni sistemin tartışılması, kuvvet­ler ayrılığına dayanan bir hukuk devleti ve demokrasi anlayışı çerçevesinde Türkiye’nin kalkın­ma, toplumsal barış ve demokra­si idealini sürdürmesi gerekiyor.
CHP, 1923’ten 1950 yılına ka­dar ülkeyi 27 yıl boyunca yönet­ti. Ülkeyi kurtaran Müdafaai Hu­kuk hareketinin partiye dönüş­mesiyle, ülkeyi kurtaran hare­ket Cumhuriyeti kuran partiye dönüştü. Bu partinin 27 yıllık ik­tidarının 1925-1945 yılları ara­sındaki dönemi tek parti döne­mi olarak tanımlanabilir. Dün­yada otoriter ve totaliter rejim­lerin yükseldiği, savaş tehlikesi­nin giderek arttığı ve 1929 eko­nomik krizinin yaşandığı bir or­tamda Türkiye, hem geleneksel toplumun kurumlarını ortadan kaldırarak yerlerine modern top­lumun kurumlarını kurdu, hem de barışçı bir dış politika izleye­rek kalkınma politikalarına yö­neldi. Aynı dönemde pragmatik bir tek parti yönetimi olarak, de­mokratik bir yapıya sahip olma­sa demokrasinin altyapısını ha­zırlamaya yöneldi. Bu bağlam­da iki kere çok partili rejim dene­mesine girişti (TPCF ve SCF de­nemeleri), müstakil mebusluk ve Müstakil Grup uygulamalarına yöneldi.

Dikkat çekici fark
1930’lu yıllar, dünyada otoriter ve totaliter ideolojilerin giderek yükseldiği yıllar oldu. Bunu 1929 ekonomik krizi de tetikledi. Aynı yıllarda CHP içerisindeki otori­ter kanadı temsil eden Recep Pe­ker Genel Sekreterlik görevinden alındı. Peker’in görevden alın­masında hükümet işlerine karış­masının da etkisi vardı. Peker, görevden alındıktan sonra, CHP Genel Sekreterliği’ne İçişleri Ba­kanı Şükrü Kaya getirildi. Ka­ya, hem İçişleri Bakanlığı hem de CHP Genel Sekreterliği görevini birlikte yürütecekti. (1936) Uy­gulama bununla da kalmadı; tüm Türkiye’deki valiler, CHP il baş­kanlıklarını üstlendi. Bu, parti-devlet özdeşliğinin -daha doğru­su parti-devlet özdeşliğinin- işa­reti idi; ama dikkat çekici olan partinin devlete egemen olma­sı değil, devletin partiye egemen olmasıdır. Böyle bir uygulamaya gidilmesinin nedeni, o dönemin dünyasında otoriter ve totaliter rejimlerin (Almanya, İtalya, Sov­yetler Birliği...) tek partilerinin (faşist, komünist) devlet yöneti­mini ellerine almalarıdır. Türki­ye, bu partilerin tersine, partiyi devletin kontrolüne verdi. Devle­ti partinin kontrolüne vermeye­rek Türkiye’de totaliter eğilim­lerin önüne geçilmiş oldu. Üste­lik Avrupa’nın ortanın solunda tanımlanabilecek ileri partilerin birliği içerisinde yer aldı; Radi­kal ve Benzeri Partilerin Ulusla­rarası Birliği -aralarında Fransız Radikal Partisi de vardı- toplantı­larına gözlemci olarak katıldı.

Açık çarpıtma
CHP’nin 1939 tarihli tüzüğün­de İçişleri Bakanı’nın CHP Ge­nel Sekreteri, valilerin de CHP il başkanı olması uygulamasına son verildi. Bu üç yıllık uygula­ma, Türkiye’de bazen kasıtlı ola­rak partinin devlete egemen ol­ması şeklinde sunuldu ve İtalya, Almanya örnekleriyle karşılaştı­rıldı. Atatürk ve Cumhuriyet düş­manlığının açık bir çarpıtması olan bu yorumla, çabasının ger­çeklikle bir ilgisi yoktu.
İkinci Dünya Savaşı’na girme­meyi ağır bedeller ödeyerek de olsa başaran Türkiye, 1945’te sa­vaşın bitiminin hemen ardından- çok partili yaşama geçti. İnönü, 1939’da uygulamaya koymak is­tediği çok partili yaşama geçme­yi 6 yıl sonra gerçekleştirebildi. Bunun temel nedeni İkinci Dün­ya Savaşı’nın çıkmasıydı. Bir tek parti yönetiminin kendiliğinden çok partili yaşama geçip iktida­rı barışçı yollardan bir muhalefet partisine devrettiği görülmüş bir örnek değildi. İnönü, bu bağlam­da Türkiye’de demokrasinin ku­rucu babasıdır.
14 Mayıs 1950 seçimlerinden kısa bir süre sonra (1951) ünlü siyaset bilimci Maurice Duver­ger, yazdığı Siyasi Partiler adlı kitabında şunları söylemekteydi:
“Türkiye, engelsiz ve sıkıntı­sız bir şekilde, tek-parti sistemin­den plüralizme (çok partili siste­me) geçmiştir. Bugün o, Ortado­ğu devletlerinin en demokratik olanı, feodal klanlar, bir avuç ay­dının yönettiği hayali gruplar ya da fanatik dinsel tarikatlar yeri­ne, gerçek partilere sahip bulu­nan tek Ortadoğu devletidir. (...) ... Türkiye örneği, basiretle uygu­lanan bir tek parti yönetiminin, bir gün gerçek bir demokrasinin kurulmasını mümkün kılacak tek unsur olan yeni bir yöneti­ci sınıfın ve bağımsız bir siyasal elitin yavaş yavaş ortaya çıkma­sına imkân verebileceğini göster­mektedir.”
Tek parti döneminde Atatürk ve İnönü, Cumhurbaşkanı olma­larının yanı sıra CHP Genel Baş­kanlığı görevini de yürüttüler. Bu dönem kurucu babaların reji­mi şekillendirdikleri ve Cumhu­riyet devrimini gerçekleştirdikle­ri dönemdi. Kendine özgü koşul­ları vardı. Nitekim kimse bu dö­nemin demokratik olduğunu söy­lemiyor. Söylediğimiz şey, bu dö­nemin Türkiye’de demokrasinin altyapısının hazırlandığı dönem olduğu... 1950’de Celal Bayar, Cumhurbaşkanı seçildiğinde DP Genel Başkanlığı görevinden ay­rıldı. Ancak bu, partili cumhur­başkanı olmadığı anlamına gel­miyordu. Bayar, partili bir Cum­hurbaşkanıydı. Kendisinin parti­li ve çatışmacı kimliği, Cumhur­başkanı olarak hakemlik / uzlaş­tırıcılık yapmaması, onu çok par­tili hayatın en kötü Cumhurbaş­kanı kıldı. Oysa tarafsız ve ha­kem bir cumhurbaşkanı, çatış­macı Türk demokrasisinin kuru­luş aşamasında bir denge yara­tabilir ve başta çıkacak sorunla­rın çözümüne büyük katkı sağla­yabilirdi.

Demokrasinin üç dönemi
1877’den 2019’a kadar geçen dö­nemde Osmanlı/Türk demokrasisi­ni üçe ayırmak mümkündür:
• Meşruti Demokrasi (1877-78, 1908-1918)
• Demokratik Cumhuriyet (1920-2018)
• Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi/Başkanlık Sistemi (2018 -)
19. yüzyılın ikinci yarısında Jön Türk hareketi, devleti kur­tarma hareketinin bir parçası olarak parlamenter bir demok­rasi öngörmüştü. Onlar açısın­dan “kutsal” bir mekân olan par­lamento, her derde deva bir ku­rum olarak düşünülmüştü. Mil­li Mücadeleyi yürüten kad­ro da parlamentoyu kutsal bir mekân olarak tanımlamaya de­vam etti ve üstelik onu dokunul­maz kıldı. II. Abdülhamid’in bir, Vahdettin’in iki kez dağıttığı par­lamento, kendine “Büyük” adı­nı vererek “kutsal savaş”ı yürü­ten “Gazi Meclis”e dönüştü. Nasıl ki Mekke, Medine ve Kudüs, İs­lamın “kutsal toprakları” ise, na­sıl ki Manastır ve Selanik İttihat­çıların doğduğu “kutsal şehirler” ise “Gazi Meclis” de “Türk de­mokrasisinin kutsal mekânı” ol­du. Demokratik kimliğe bürün­mesi 1950’ye rastlasa da, kuru­cu kültürün idealinde demokra­si hep vardı.
Batı demokrasileri içerisin­de üç ana ekol var. İngiliz, Ame­rikan ve Fransız demokrasile­rinin -ki bu demokrasi ekolleri­nin hepsi birbirinden çok farklı­dır- ortak özelliği kuvvetler ayrı­lığıdır. Bugün Türkiye’de uygu­lanan sistem, kuvvetler ayrılığı­nın zayıfladığı, parlamentonun gücünün azaldığı güçlü bir baş­kanlık sistemidir. Üstelik cum­hurbaşkanı partili bir cumhur­başkanıdır ve Bayar’dan fark­lı olarak parti genel başkanıdır da... Tıpkı Atatürk ve İnönü gi­bi... Oysa o dönem tek parti dö­nemiydi...

Partiler geçicidir
1936-1939 yılları arasında -ge­çici olarak da olsa- devlet partiye egemen olurken, 80 yıl sonra bu­gün parti devlete egemen oluyor.
1956 yılında İnönü, kendisine yönelik eleştirileri şöyle yanıtla­mıştı:
“Arkadaşlar aramızdaki farkı bilelim. Biz mutlakıyetten bugü­ne geldik. Siz, bugünden mutla­kıyete gidiyorsunuz.”
İnönü yaşasaydı herhalde bu­günkü sisteme bakıp şunları söy­lerdi:
“Arkadaşlar aramızdaki farkı bilelim. Biz devletin partiye ege­men olduğu günlerden bugüne geldik. Siz, bugün parti devletine doğru gidiyorsunuz.”
Partiler geçicidir, kalıcı olan devlettir, millettir. Partili bir baş­kanın egemen olduğu siyasal sistem sürdürülebilir değildir; Türkiye’de demokrasiyi ve ülke­nin bekasını tehlikeye sokacak özellikler taşımaktadır. Hükümet ile devlet ayrı kavramlardır. Mev­cut sistem ikisinin iç içe geçmesi­ne yol açmaktadır. “Ya devlet ba­şa, ya kuzgun leşe” atasözünü re­vize ederek son noktayı koyayım: “Devlet başa, parti hükümete...” Herkes yerinde olmalı...



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları