Yazarlar Günün Köşe Yazıları Spor Konuk Yaşam Tüm Yazarlar
Osmanlı’da doğum kontrolü!
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın iki gün önce yaptığı konuşmasında Müslümanlık, nüfus planlaması ve doğum kontrolü konularıyla ilgili sözleri, onun kürtaj ve doğum konularında ne düşündüğünü bilmemize karşın yeni bir tartışmayı da beraberinde getirecek gibi görünüyor: Büyük nüfusun güçlü bir gelecekle ilişkilendirilmesi gerçekten doğru bir bakış açısı mıdır?
İki gün önce TÜRGEV’in 20. kuruluş yıldönümünde konuşan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, “Nüfus planlamasıymış, doğum kontrolüymüş, hiçbir Müslüman aile böyle bir anlayış içinde olamaz. Rabbim ne diyorsa, sevgili peygamberim ne diyorsa biz o yolda gideceğiz. Birinci derecede görev annededir” dedi. Erdoğan’ın kürtaj ve doğum konularında ne düşündüğü hepimizin malumu.
Büyük nüfus güçlü gelecek mi?
Uzunca bir süredir en az üç çocuk çağrısını duymaya alışan bizler için ne nüfus planlamasına karşıtlık ne de doğum konusunda birinci derecede görevin anneye verilmesi ilk defa duyduğumuz ve tartışacağımız fikirler. Ancak büyük nüfusun güçlü bir gelecekle ilişkilendirilmesi yeni olmasa da bizlere biçilen bu gelecekte nüfus artışının giderek daha fazla dini ve İslami referanslarla vurgulanacağının ipuçları pek de büyük okumalara ihtiyaç bırakmayacak şekilde ortada.
İslamiyette gerçekten doğum kontrolüne yer yok mu? Müslüman aile doğum kontrol yapmaz mı? Ben bu sorunun cevabını, geç on dokuzuncu yüzyılda nüfus politikalarını incelediğim Osmanlı toplumundaki çocuk düşürmeye ilişkin yaklaşımlar üzerinden kısaca düşünmek istiyorum.
Arşive bakınca...
Arşiv belgelerine göre özellikle on dokuzuncu yüzyılın Müslüman aileleri doğum kontrol yapmamak bir yana, oldukça sıklıkla çocuk düşürme uygulamasına başvuruyordu. Hatta belgeler gayrimüslimlerin, özellikle de Rumların çocuk düşürmediklerinden hayıflanır sıklıkla. Kürtaj gibi mahrem bir konu söz konusu olunca bu bilginin güvenilirliği tartışmalı olsa da, doğum ve döllenmeye dair bilginin oldukça kısıtlı olduğu, etkili doğum kontrol metotlarının bilinmediği bu dönemde, çocuk düşürme gerçekten de doğurganlığı kısıtlamanın ve istenmeyen gebelikleri sonlandırmanın en yaygın kullanılan yöntemlerinden biriydi.
Kutsal vazife mi?
Öte yandan, on dokuzuncu yüzyılda, nüfusun sayısal büyüklüğünün askeri, ekonomik ve siyasi güçle özdeşleştirilmesi sadece Osmanlıda değil Avrupa’da da oldukça rağbet gören bir fikirdi. Bu bakış açısına göre çocuk doğurmak, neredeyse milli bir vazife olarak görülüyordu. Ancak yine arşiv belgelerinin bize söylediğine göre Osmanlı toplumunun kadınları, hele ki Müslüman kadınları belli ki bu kutsal vazifeyi yeterince ciddiye almıyor, çocuk düşürme cinayetini işliyordu.
Osmanlı devlet adamlarına göre kadınları bu “cinayete” iten iki temel sebep vardı: Kimi kadınlar safahattan vazgeçemedikleri için çocuklarını düşürürken, kimi kadınlar da sefalet yüzünden buna sürüklenmektedirler. Tenperverlikle itham olunan birinci tip kadınlar, sözde çocuk yetiştirmenin zorluklarından, anneliğin getirdiği sorumluluklardan kaçmak, gece hayatından ve safahattan geri kalmamak için çocuk doğurmak istemiyordu. Tenperverliğin vurgulandığı bu tartışmada habire kadınlar ve kadınlık üzerine ahkâm kesilirken, konu sefalet nedeniyle çocuk düşürenlere gelince kadınlar birden bire unutulup bu sefer de sadece aileden bahsedilirdi.
Ödül ve ceza sistemi
Bu ikilik içinde tenperverlik nedeniyle çocuk düşüren kadınlar daha çok öteki dünyanın cezalarıyla korkutulmak suretiyle caydırılmaya çalışılırken sefalet nedeniyle çocuk düşürme bahsinde muhatap alınan “aile”ler içinse onları doğuma teşvik edecek, çocuk düşürmekten vazgeçirecek çeşitli yardımlar düşünülürdü.
Burada elbette ne İslam dinindeki ne Osmanlı toplumundaki çocuk düşürmeye ilişkin yorum ve uygulamaların eksiksiz bir çerçevesini sunmak mümkün. Ama dini yaşantının oldukça önemli olduğu bir toplumun Müslüman nüfusunun içinde bile farklı düşünüş ve uygulamalar olduğunu, insanların çocuk isteyip istemediklerine karar verirken vicdani sebepler kadar maddi koşullarını da göz önünde bulundurduklarını hatırımıza getirecek olursak Müslüman aileler şöyle ya da böyle yapar diye kesip atmanın imkânsızlığını görürüz.
Yine de belli ki önümüzdeki günlerde kimin gerçek Müslüman kimin iffetsiz olduğu tartışmalarını en az üç çocuk politikasıyla ilişkili olarak daha çok duymaya devam edeceğiz.
Doç. Dr. GÜLHAN BALSOY
İstanbul Bilgi Üniversitesi
-
Partili cumhurbaşkanının sakıncaları
Tek partili dönemin Cumhurbaşkanları Atatürk ve İnönü aynı zamanda CHP’nin genel başkanı idiler. 1945-1946 yıllarında çok partili döneme geçişle birlikte cumhurbaşkanlarının tarafsızlığına yönelik tartışmalar da gündeme geldi.
Muhalefetteki Demokrat Parti Genel Başkanı Celal Bayar, 07.01.1947 tarihindeki Birinci DP Büyük Kongresi’nin açılış konuşmasında devlet ve parti başkanlıklarının aynı kişide birleşmesinin yarattığı sakıncaları vurgulamıştır: “Devlet başkanının bütün duyarlılığına rağmen başkanı bulunduğu parti ile onun muhalifi olan partileri bir tutabileceği teorik bir iddia olmaktan ileri gidemez. Esasen fiiliyat da bunu göstermiştir.” (Erol Tuncer.1950 Seçimleri, s.28, TESAV Yayınları, 2010)
12 Temmuz Beyannamesi
Muhalefetin bu konudaki duyarlılığını ve hükümet uygulamalarından şikâyetlerini dikkate alan Cumhurbaşkanı İnönü, 7 Haziran 1947 tarihinden başlayarak Başbakan Recep Peker ve ana muhalefet partisi Başkanı Bayar ile birkaç kez görüşmüş ve 12 Temmuz 1947’de bu görüşmelerin sonuçlarını kamuoyuna açıklamıştır. İnönü, siyasi tarihimizde “12 Temmuz Beyannamesi” olarak bilinen bildirisinde, “Varmak istediği noktanın iki parti arasında güveni yerleştirmek olduğunu vurguluyor, bu konudaki güçlükleri yenmek için iktidar ve muhalefet liderlerinin samimi yardımlarını istediğini” ifade ediyordu. İnönü, bu girişimiyle Cumhurbaşkanı olarak hakemlik görevini yerine getirmekteydi. (1950 Seçimleri, s.33-35)
Bir adım daha atılarak, 17 Kasım 1947 tarihindeki CHP Kurultayı’nda yapılan tüzük değişikliğiyle partide genel başkan vekilliği ihdas edilmiş ve partinin yönetimi bu kişiye bırakılmış, parti başkanının cumhurbaşkanı kaldığı sürece genel başkanlık yetkilerini kullanmayacağı hususu hükme bağlanmıştır.
Bayar özen göstermemiş
Bayar cumhurbaşkanı seçildiğinde DP Genel Başkanlığı’ndan ayrılmış, ancak DP’nin yönetiminden elini çekmemiştir. Tarafsızlığını koruma konusunda özen gösterme gereğini duymayan Bayar, DP Genel İdare Kurulu toplantılarını Çankaya Köşkü’nde düzenlemekte sakınca görmemiş; kendisine hediye edilen DP amblemli bir bastonla bütün yurdu dolaşmıştır.
Tarafsızlık vurgusu
Partili ya da taraflı cumhurbaşkanlığının yarattığı sorunlar dolayısıyla konu, anayasalarda yer verilecek derecede önemli görülmüştür. 1961 ve 1982 Anayasalarını hazırlayanlar, Anayasanın ilgili maddelerine, “cumhurbaşkanı seçilenin partisi ile ilişkisi kesilir.” ibaresini yerleştirmiş, yemin metinlerinde de Cumhurbaşkanının “tarafsızlıktan ayrılmayacağı” hususunu vurgulamışlardır. Anayasamızın 104’üncü maddesinin birinci fıkrası, Cumhurbaşkanının konumunu ve ödevlerini özetlemektedir: “Cumhurbaşkanı devletin başıdır. Bu sıfatla Türkiye Cumhuriyeti’ni ve Türk milletinin birliğini temsil eder. Anayasanın uygulanmasını, devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını gözetir.” Tek başına bu tanım bile cumhurbaşkanının neden partisiz ve tarafsız olması gerektiğini göstermeye yeter. Bu kadar ağır bir sorumluluk, ancak tarafsızlıkla taşınabilir.
Tek kişilik bir ısrar
Anayasa değişiklikleri, toplumsal ve siyasal gereksinimlerin sonucunda gündeme gelir. Normal olanı budur. Şu anda toplumun, hatta iktidar partisinin mensuplarının bile partili cumhurbaşkanına gereksinim duyduklarına dair bir kanıt yoktur. Bu, tıpkı başkanlık sistemi gibi, tek kişinin ısrarıyla gündeme gelmiş bir konudur. Çeşitli sakıncalar doğuracağı açık olan partili Cumhurbaşkanlığı, bırakın kamuoyunu, iktidar partisi içinde bile tartışılmadan, alelacele TBMM’ye sunulmaya hazırlanmaktadır. Partili cumhurbaşkanı, kendisine oy vermemiş olanların güvenini nasıl elde edecek, toplumsal barışı ve ulusal bütünlüğü nasıl sağlayacaktır? Partili cumhurbaşkanı bunalımlarda, hakem görevini nasıl yerine getirecektir? Bunlar düşünülmekte midir?
İnönü’nün sözü
Tek parti döneminde uygulanmış olan, sakıncaları 1946’lardan itibaren tartışılmaya başlanan, 1947’lerde İnönü’nün olumsuz sonuçlarını gidermeye çalıştığı ve 1950 yılında terk edilmiş bir uygulamanın, 70 yıl sonra yeniden gündeme getirilmek istenmesi üzerine İnönü’nün bir sözünü anımsatmak ihtiyacını duydum. 1956 yılında Millet Meclisi’nde DP’nin getirdiği Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu görüşülüyor. İnönü, kürsüde toplantı özgürlüğünü kısıtlamaya yönelik olan bu tasarıyı eleştirmektedir. Bazı DP milletvekillerinin, kendisine laf atmak suretiyle tek parti dönemini anımsatmak istemeleri üzerine İnönü şu cevabı verir: “Aramızdaki farkı bilelim, biz mutlakiyetten bu güne geldik, siz ise bu günden mutlakiyete gidiyorsunuz.” (TBMM Tutanak Dergisi, D. X, Cilt: 12, Birleşim: 82, 27.06.1956, s.525)
EROL TUNCER
TESAV Vakfı Başkanı
Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları
Günün Köşe Yazıları
Video Haberler
- Asgari ücret artarsa verimlilik artar
- Yankı Bağcıoğlu'ndan Suriye uyarısı:
- CHP'li Günaydın'dan Bakan Tekin'e tepki!
- Yeni Doğan çetesi davasında çarpıcı itiraflar
- Canlı tarih müzesi Hisart 10. yılında!
- Teğmenler Yüksek Disiplin Kurulu'na sevk ediliyor
- Tarihçi Yusuf Halaçoğlu'ndan şok iddialar
- TBMM'de 'Etki Ajanlığı' düzenlemesi tartışılacak: Amaç m
- Pera Palas'ta Atatürk Müze Odası
- İmamoğlu’ndan 10 Kasım paylaşımı!
En Çok Okunan Haberler
- Son anket: AKP eridi, fark kapanıyor
- Adliyede silahlı saldırı: Ölü ve yaralılar var!
- Ayşenur Arslan’ın Colani ile ilişkisi
- Serdar Ortaç: 'Ölmek istiyorum'
- Hatay’da yaşayan Alevi yurttaşlar kaygılı
- NATO Genel Sekreteri'nden tedirgin eden açıklama
- Türkiye'den Şam Büyükelçiliği'ne atama!
- Köfteci Yusuf'tan gıda skandalı sonrası yeni hamle
- İBB'den 'Pınar Aydınlar' açıklaması: Tasvip etmiyoruz
- İmamoğlu'ndan 'Suriyeliler' açıklaması