Sungu Çapan

Gerçek bir esaret hikâyesi

24 Ocak 2014 Cuma

SİYAHİ YÖNETMEN STEVE MCQUEEN’İN YENİ FİLMİ ‘12 YILLIK ESARET’ GÖSTERİMDE

Bugün gösterime giren “12 Years a Slave-12 Yıllık Esaret”, 1841’de New York’ta evli barklı çoluk çocuk sahibi, keman çalan, iyi eğitimli ve özgür bir Amerikan vatandaşı olarak yaşarken beraber müzik yaptığı iki beyaz arkadaşı tarafından kaçırılıp kamçılı köle tacirlerine satılarak güneydeki pamuk tarlalarında, şekerkamışı çiftliklerinde ölesiye çalıştırılan, siyahi Solomon Northup’un (Chiwetel Ejiofor), yıllarca yuvasından, ailesinden uzakta geçirdiği, kırbaç şakırtısının eksik olmadığı, çileli kölelik yıllarını ve hayatta kalma mücadelesini gerçek olaylara dayanarak anlatan, önümüzdeki Oscar yarışının en iddialı yapımlarından biri olan, sarsıcı ve dokunaklı, karanlık ve kasvetli bir drama.
Beyaz bir burjuva Amerikalıdan farksız yetiştirilmiş, marangozluğu, keman çalmayı öğrenmiş Solomon Northup aydın, bilge bir siyahi, yaşadıklarını, tüm dehşetengiz boyutlarıyla yazıp 1853’te 12 Years a Slave adıyla yayımladığı anılar kitabıyla ve bütün ülkeyi dolaşması, çeşitli konuşmalar yapıp toplantılar düzenlemesiyle, başkan Lincoln’ün 1863’te köleliği kaldıracak ve iç savaşı sona erdirecek ünlü yasasının çıkması sürecine de bizzat katkıda bulunmuş.
2 saati aşkın bir süreye yayılmış ve ana akım sinemanın kalıplarına göre kotarılmış “12 Yıllık Esaret”, yıllarca bir sahipten ötekine habire satılan köle Solomon’un yaşadıklarını yazıp 1853’te 12 Years a Slave başlığıyla yayımladığı anılar kitabından uyarlanmış.
Rüzgâr Gibi Geçti”den Amistad”a ve “Django Unchained-Zincirsiz”e kadar ABD tarihinin iç savaş öncesi en kirli dönemlerinden köleliğe ilişkin yapılmış filmler listesine kuşkusuz tepeden girecek nitelikteki esaret”, biraz da zoraki söylenen (sonradan blues denecek) dokunaklı şarkılar eşliğinde, toplu halde şekerkamışı kesen siyahi kölelerin bildik genel görüntüsüyle başlıyor ve geçmişe gidip dönerek bölüm bölüm gelişen, gelgitli bir anlatım tutturuyor.
Adı efendilerince Platt’a çevrilen Solomon, çok paragöz bir köle tacirince (Paul Giamatti), Ford (Benedict Cumberbutch) adındaki biraz insaflı bir çiftçiye satılıyor önce, Ford onu Tibeats (Paul Dano) adlı duygusuz, acımasız, intikamcı kâhyasının şerrinden korumak için bütün köleleri malı gibi gören bir başka çiftçi sahibe, gaddar Epps’e (Michael Fassbender) devrediyor.
Pamuk kurdu salgınının mahsulünü 2 yıldır mahvettiği Epps, erkeklerden daha çok pamuk toplayan kadın kölesi-kapatması Patsey’e (Kenyalı Lupita Nyong’o, yardımcı kadın oyuncu Oscar’ının favorisi performansıyla filmin kuşkusuz en çok iz bırakan, başarılı oyuncularından biri) tecavüz ediyor her canı istediğinde. Epps’in ırkçı karısına (Sarah Paulson) kıskançlık krizleri geçirten, ara sıra kırbaçlanan, güzel Patsey ise Solomon’dan kendisini öldürmesini istiyor, kâbustan farksız, umutsuz, çıkışsız yaşamına bir son vermek için.
Neyse ki sonunda, ırkçı olmayan, yani siyah-beyaz ayrımı yapmayan, hoşgörülü, aydın bir Kanadalı (Brad Pitt) “iyilik meleği” çıkageliyor da, kimliğini kanıtlayacak belgeleri olmayan Solomon- Platt’ın kurtulup özgürlüğüne kavuşmasını sağlıyor 1852’de.
Tarihte kaçırıldıktan sonra kurtulabilen birkaç zenciden biri olup köleliğin kaldırılmasında etkin rol üstlenmiş Solomon’un yanlışlıkla satılarak içine düştüğü kölelik cenderesinden, sonunda kurtularak kimliğine, ailesine kavuştuğu, mutlu bir finale çıkan, dokunaklı hikâyesi, demirbaş oyuncusu Michael Fassbender’in de ünlenmesine yol açan ilk 2 filmiyle (“Hunger-Açlık” 2008 ve Shame-Utanç” 2011) son 5 yılda, parlak bir çıkış yapan, 1969 doğumlu, siyahi İngiliz senarist- yönetmen (ve video sanatçısı) Steven Rodney “Steve” McQueen, bu kez üçüncü filminde kendi acılı, çileli ve mağdur ırkına saygı duruşunda bulunarak köklerine çeviriyor kamerasını.
Kameraman Sean Bobbitt’in özenli görüntüleriyle, deneyimli Hans Zimmer’in müzikleriyle bezenmiş bu Esaret”, beylik deyişle kaçmaz! 40 yıl öncesinin ünlü oyuncusunun adını benimsemiş yönetmen Steve McQueen’in sıra dışı, dinamik ve bağımsız ilk 2 filminin tersine bu kez ana akım sinemanın sularında seyredip baştan sona sürükleyici, uzunca bir köle dramı olarak seyirciyi perdeye bağladığı bu film, çoğu eleştirmenin belirttiği gibi bizce de en iyi film Oscarının en büyük favorisi.

Steve McQueen’in baştan sona sürükleyici, uzunca bir köle dramı olarak seyirciyi perdeye bağladığı bu film, çoğu eleştirmenin belirttiği gibi bizce de en iyi film Oscar’ının en büyük favorisi.

‘KIRIK ÇEMBER’ BUGÜN GÖSTERİMDE

Country müzik-Bluegrass tiryakileri için
4 yıl önce İstanbul’da Altın Lale’yi kazanan “Çölde Kutup Ayısı”nın yönetmeni Felix Van Groeningen’in, Belçika’nın bu yılki Oscar adayı olan yeni filmi “The Broken Circle Breakdown-Kırık Çember”, delişmen, güzel dövmeci Elise (Veerle Baetens) ile kent dışında bir kovboy hayatı süren, fena halde Amerikan country müzik tutkunu olup kurduğu Bluegrass grubunda da banjo çalan Didier’nin (Johan Heldenbergh), ilk görüşte aşk olarak başlayıp kansere yakalanan küçük kızlarının ölümüyle dramatik bir hal alan ilişkilerini, başarılı müzikal bölümlerle aktarıyor. Amerikan kültürüne, folk müziğine bağımlı, romantik bir ateist olan Didier’nin tersine hayli dindar ve hassas Elise’in yaşadıkları evlat acısıyla mutlu giden beraberliklerinin altüst olduğu “Kırık Çember”, içerdiği yoğun acı ve ıstırabı dengeleyen müzikli bölümleriyle akılda kalıyor.
Ruben Impes’in görüntüleri, Bjorn Eriksson’un müzikleri ve hızlı, hareketli anlatımıyla ilgiyi hak eden filmde, ödüllük oyunculuklar ve müzikal performanslar son derece etkileyici. Öncelikle Country- Bluegrass müzikten hoşlanan sinemaseverlere çekici gelebilecek bu sıra dışı Belçika yapımında, özellikle farklı yapılardaki müzisyen çifti canlandıran Veerle Baetens’le Johan Heldenbergh’e dikkat.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları