Masallar düşündürür

07 Nisan 2022 Perşembe

Geçen hafta torun özlemi beni Paris’e sürüklediğinde kendimi tiyatrolarda, operada, müzelerde, sergilerde bulmam kaçınılmazdı. Orada da tıpkı buradaki gibi bütün kültürel etkinlikler tıklım tıklım dolu. Hepsinin önünde uzayan kuyruklar; gençlerde ne sosyal mesafe ne de maske; yaşlılar daha temkinli... Millet, kültür açlığını giderme peşinde... Bir haftaya sığdırdığım iki müthiş sahne olayı  Paris Ulusal Operası’nda “Cendrillon” (Külkedisi) ve Mnouchkine’in “L’Ile D’Ore” (Altın Ada)  oyunuydu.     

Genellikle Rossini’nin “Külkedisi” daha popülerdir. (Yekta Kara’nın İstanbul’da sahnelediği muhteşem prodüksiyonu unutamam.) Bu kez Fransız besteci Jules Massenet’in bestesini genç bir kadın yönetmen, Mariame Clement sahnelemişti ve bin yılın masalı “Külkedisi”ni çok farklı bir bakış açısıyla ele almış; masala ilişkin tüm klişeleri ortadan kaldırmıştı. 

İYİLİK PERİSİ ELEKTRİK

Yönetmen, eseri 1900’lerin başına yerleştirmiş. Sanayi devrimi! Dönemin mucizesi elektrik, saraylardan, endüstriyel fuarlardan içeri girmiş. Bu ortamda balkabağını, fareleri, lüks bir at arabasına çevirecek iyilik perisi beklemeyin. Olsa olsa o peri, elektriktir! 

Bastille Operası’nın koca sahnesine dev bir buhar makinesi yerleştirilmiş. Dumanlar saça saça çalışan bir makine... Sahnede ev ve köhne fabrika bir arada. Çalışan işçiler. Patron, üvey anne.  

Üvey anne kötü değil, sadece sert. Kızları için her annenin istediğini (!) istiyor: Zengin bir koca! Salak kızlarını makinenin bir ucundan sokuyor, öbür ucundan prenses görünümünde makineden çıkarıyor! Zaten balodaki tüm kızlar aynı makineden çıkmış gibi: Pembe kat kat fırfırlı elbise, sarı peruk. (Hani günümüzde de aynı estetik merakı gibi!) 

Külkedisi yalnız kalıp hayallere kapıldığında... Elektrik perisi imdada yetişecek. Kızımız buhar makinesinden ışık saça saça çıkacak ve kendini baloda bulacak...   

KÜLKEDİSİNİN ADI VAR

Gelin görün ki yönetmen Mariame Clement’ın külkedisi, “prenses” olmaktan başka hayallere sahip.  Tıpkı prensimiz gibi. Bu iki genç bütün o şatafattan, kat kat giysilerden, kristal pabuçlardan fena halde sıkıldıklarından hepsini çıkarıp atıyorlar ve iç çamaşırlarıyla harika bir aşk yaşıyorlar! (Böyle saatlerce anlatabilirim, kesiyorum!)

En önemlisi bu prodüksiyonda tüm klişeler yok edilmiş. Veeee külkedisinin yani kadının adı var: “Lucette”! Ve kişiliği var! Yaşananlar bir masal mıydı? Masallar düşünmemizi engeller mi? Yoksa düşündürür mü sorularını hem kendine soruyor hem de biz ölümlü dinleyicilere... 

Şef Carlo Rizzi yönetiminde Paris Ulusal Opera Orkestrası’nın yorumladığı eserde uluslararası bir kadro rolleri üstlenmişti. İrlandalı soprano Tara Erraught (Lucette); İtalyan mezzosoprano Daniela Barcellona (üvey anne) ve şimdi sıkı durun, İngiliz mezzosoprano Anna Stephany (Prens) başta olmak üzere genç bir kadro, hem ses hem oyunculukta mükemmeldi. 

Evet, prensin bir kadın tarafından oynanması önce yadırgatsa da sonra alışıyorsunuz. Yönetmen, iki genç, iki serseriyi eşit kılmak istediğini söylüyor. 

Buhar makinesinin karanlığı köhneliğiyle, camdan yapılmış “Art Nouveaux” tarzında Paris’teki Grand Palais (Büyük Saray) ve elektriğin aydınlığı, çarpıcı bir estetik sağlıyor. Eskiyle yeninin çelişkisini vurgulayan Julia Hansen’in dekor ve kostümleri; Ulrick Gad’ın ışıkları; Etienne Gulot’nun video ve gölge oyunları bu prodüksiyonu taçlandırırken sanatın uçsuz bucaksız yorumlara açık olduğunu da ispat ediyor. Yaşasın yaratıcılık! 



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları