Russell Crowe iyi ki beni seçti

Bıçak Sırtı, Binbir Gece ve elbette Behzat Ç'deki rolleriyle hayatımıza giren Canan Ergüder şimdi de Güllerin Savaşı'nda karşımızda. Her rolü bir öncekini unutturuyor çünkü sanatının hep bir adım üstüne koyuyor. Tiyatroda ise başka hissediyor. “Tiyatro hayatımda olmak zorunda” diyor.

Yayınlanma: 05.09.2014 - 10:36
Abone Ol google-news

Canan Ergüder'in hikayesi uzun ve zorlu. Amerika'da yaşadığı, garsonluk yaptığı yıllarda çok şey öğrenmiş. Özellikle de yalnız yaşamayı, ayakta kalmayı ve kendi kendine yetebilmeyi... Oyunculuğun zor ve hayal kırıklıklarıyla dolu bir meslek olduğunu söylüyor “oyunculuk insanın ruhunu” kırıyor demesi de bundan.

Candan Ergüder belirsizliği sevmiyor, Araf'ta kaldığında hem yoruluyor hem de çevresindekileri çok yoruyor. Karar verdiğinde ise geri dönüşü yok. Kendini sınıyor, zorlu işleri seviyor. Ne kadar yoğun çalışıyorsa o kadar verimli olduğunu anlatıyor. Hayat verdiği karakterin psikolojisine inmek istiyor, sahiciliği de böyle sağlıyor.


- Küçük bir zaman yolculuğu yapalım ve şimdiye gelelim.

Amerika'ya 18 yaşında gittim. Küçükken ise hep balerin olmak istiyordum. Birgün bedenimin baleye uygun olmadığına karar verdim. Çünkü çabuk büyüdüğümü düşünüyordum. Sanırım 14 yaşındaydım. Lise yıllarında tiyatro girdi hayatıma. Amerika'ya da tiyatro için gittim ama annemleri mutlu etmek için sosyoloji de okudum. Elbette bu çok iyi oldu. Orada Geoffy Pywell isimli bir hocam vardı ve hayatımı o değiştirdi. İlk yıllarımda bir ukalalık yapıp “sosyolojiyi bırakıp konservatuvara gideceğim” dediğimde hayatımdaki en büyük aptallığı yapacağımı söyledi bana. “Yetenek ya vardır ya yok ama kültür öğrenilir. Yeteneklisin, ama önce kültürü depola çünkü bu yaşlar bunun için uygun. Sonra da yeteneğinle yola devam edersin” demişti. Ben de sosyolojiyle tiyatroyu aynı anda okudum. Bana iyi bir ders vermişti. Sonra da oyunculuk üzerine yüksek lisansımı yapmıştım. Sonra tüm oyuncular gibi New York'ta garsonluk yaptım. Ama şansım Türkiye'den geldi. Bu iş yani oyunculuk insanın ruhunu kırıyor. Zaten hayatınız boyunca kabulden daha çok ret alıyorsunuz. Yeteneğin olsun olmasın çok fark etmiyor, fiziksel görüntünüz ile elde ediyorsunuz bazı şeyleri başta. Biraz tanınmış ve başarılıysanız yeteneğinize göre değerlendiriliyorsunuz.

- Hiç vazgeçmeyi düşündüğünüz oldu?

Hep! Depresyona giriyordum altı ayda bir. “Ömür boyu garson mu olacağım?” diye soruyordum kendime, bu arada garsonluğu da seviyordum. Ama hayatta yapmak istediğim iş bu değildi. Bir de garsonluk hareket alanı sağlıyordu, başka işlerin peşinden koşabiliyorduk. İş görüşmeleri için arkadaşlarımızla mesailerimizi değiştiriyorduk.

-En çok ne öğrendiniz o zamanda?

Amerika'da öğrendiklerimin haddi hesabı yok... Bir kere yalnız yaşamayı öğrendim, ayakta kalmayı, kendi kendime yetebilmeyi, insanları idare etmeyi mesela. Çünkü garsonluğun temelinde bu yatıyor. İnsanları tanımayı öğreniyorsunuz. Kim ne yer ne içer, neyi sever. Kimden ne kadar bahşiş alabilirim? Pek çok sorunun cevabını biliyorsunuz. İnsanı tanımak için büyük bir okuldur garsonluk. Tüm bunlar sanırım beni buraya hazırladı.

-Oyunculuk ise insanın ruhunu kırıyor demiştiniz?

İş nereden geliyorsa oraya gidiyorsunuz bir kere. Eğer hayatının belirli bir noktasında değilsen, iş seçme ve geri çevirme özgürlüğün yoksa rüzgar seni önüne katar götürür. Gençken bunu çok takmıyorsunuz ama sonra yoruyor. Bana da tam o yorgunluk sırasında Türkiye'den teklif geldi Bıçak Sırtı dizisi için. Tabii teklif ciddi bir karar demekti. Çünkü Türkiye'den tam 14 yıl uzak kalmıştım. Bıraktığım ülke ile döneceğim ülke arasındaki uçurum büyüktü.

-Pek flu biri değilsiniz, “ya evet ya hayır” gibi bir tavrınız var sanki.
Evet, hayatım siyah beyaz. Flu yani belirsizlik zamanlarında çok yoruluyorum. Çevremdekileri de çok yoruyorum. Netleştiğimde ise geri dönüşüm olmaz, arkama bakmam. Eşiği geçmem yeterli ama o zamana kadar çok sancılıdır süreçlerim. Araf'ta olmayı sevmiyorum. Zaten bilmediğim şeyleri yapmayı seviyorum, önce yapmadığımı. Yapamayacak gibi göründüğüm her şey beni kendine çekiyor.

-Ya aidiyet?

Çok uzun zaman memleketin bir parçası olduğumu hissedemedim, zaten Türkiye'ye asla dönmem gibi büyük laflar da ediyordum. Geldikten sonra yine Araf'ta kaldım. Gelmek, kalmak, kalamamak, dönmemek, dönememek... Hepsi sırtıma yük oldu.
Türkiye'ye geldiğimin ikinci ayında ise buradaki hayatı sevdim, burada yaşayabileceğime inandım. Burayı yeniden keşfetmek için heyecanlanıyordum. Sanki yine 18 yaşındaydım! Tabii döndüğümde 32 yaşında ve evliydim, eşim de Amerika'lıydı. Yine Araf'a düşmüştüm. Çünkü Türkiye'de kalmak istiyordum ama bunu ne eşime, ne aileme ne de arkadaşlarıma söyleyemiyordum. Bıçak Sırtı bitip, Binbir Gece'den teklif gelince işler değişti. Hemen kabul ettim, kimseye sormadım! Zaten sonrasında da eşimle ayrıldık. Böyle anlatınca hepsi sıralı ve düzenli şekilde yaşanmış gibi duruyor, elbette gerçek bu değil. Binbir Gece'den sonra bir buçuk yıl bekledim ve Behzat Ç geldi. Sonra da bu iş için yaklaşık iki buçuk yıl bekledim. Bu işi kabul ederken de uzun bir süre emin değildim. Yaptığım işte beni zorlayacak şeyler istiyordum. Ben aldığım saygıyla ölçüyorum başarımı, değerlendirmelerim de içimde. Bu sektör içinde aldığım saygı beni çok yükseltiyor. Bununla besleniyorum.


OYUNCULUĞUN ŞİFALI BİR HALİ VAR

-Her rolünüz bir öncekini siliyor, “Güllerin Savaşı”ndaki Gülfem de hastalıklı, izlediğimde beni öfkelendiriyor.

Dedim ya beni zorlasın istiyorum rol! Bu işte de tedirginliğim, Behçat Ç'den sonra klişe bir işte olmak istemememdi. Güllerin Savaşı'nda da klişe denebilecek çok şey var. Burada ise beni çeken karakterin tek renk değil çok renkli olması, buna hayat vermek zor. Oyuncu arkadaşlarımla inanılmaz iyi paslaşıyoruz, benim için en önemlisi işin psikolojik tarafı. Dizideki aşk üçgenini çok önemsemiyorum diğer taraf daha ağır, daha derin. Gülfem duyduğu hastalıklı durum, çok yaşanabilir, hissedilebilir. Bu Gülfem nasıl yürür, neye evet neye hayır der, nasıl bakar, nasıl öfkelenir, gülerken bile nasıl kibirlenir... Bunlar üzerine epey kafa yordum. Mesela kamera ile Gülfem'in yalnız kaldığı anlar onun en gerçek, en sahici ve en çıplak kaldığı sahneler. Zaten oyunculuğun şifalı bir hali var, bu arada herkes beni Gülfem gibi sanıyor. Benden korkanlar, “soğuk kadının teki” diyenler de çok.


RUSSELL CROWE İYİ Kİ BEN SEÇTİ

-Tiyatro ne alemde?

Tiyatro hayatımda olmak zorunda! Geçen yıl Haluk Bilginer ve Ayça Bingöl ile Nehir'i oynadık. Aralık sonuna kadar o devam. Ondan sonra bir projem var ama onu henüz söyleyemiyorum. Berkun Oya ile çalıştım “Bayrak”ta, dört yıl oynadık, efsane bir oyundu. Şu an tiyatro yazmıyor, çok özel bir adamdır. Berkun ile “Bomba”yı yaptık sonra da. Şimdi arasın hemen onunlayım. Ne kadar yoğun olursam o kadar iyi hissediyorum. Hatta en başarılı olduğum zamanlar zamanımın hiç olmadığı zamanlar!Bu arada Russell Crowe ile oynamak bu senin benim için en iyi kariyer hareketiydi. Küçük bir roldü, sahnem onunlaydı. O küçük deneyim bana çok şey kattı. Öğreterek yaptı, zaten o yönetiyordu. Yönetmenin de ötesin de bir yeteneği var onun. İki saat içerisinde ışık ve kamera bilgisini bile aşıladı bana. İyi ki beni seçti!

BİRLİKTE YAŞAMAYI ÖĞRENMEK ZORUNDAYIZ

- Hiçbir şey siyasetten bağımsız değil artık ülkede. Siz nasıl yorumluyorsunuz bunu?

İnsanlar politik, insanlar öfkeli, insanlar gergin... İnsan bazen kendi nabzını hissedemez ama gençler hatta gençler de değil herkes kendi nabzını hissediyor artık.
Birlikte yaşamayı öğrenmemiz şart. Kavga gürültü ile ilerleyemeyeceğimizi fark etmiş olmamız gerekli. Başka çıkış yolumuz yok! Ben en çok değiştiren şey ise geçen yıl gittiğim Anadolu turneleri oldu, buradan ahkam kesmek kolay. Ama Türkiye'ye yalnızca Batı'dan ibaret değil. Bunu fark ettiğimizde her şey değişmeye başlıyor.



Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler