Çiğdem Toker

Alışmayacak kimse

16 Mart 2016 Çarşamba

Kızılay’da patlamanın olduğu hattın karşısı kapalı. Günün her anı cıvıl cıvıl insan kaynayan, mağazaların, işyerlerinin bulunduğu yöne giriş yasak. Yol boyu yüksek, beyaz brandalar gerilmiş. Önünde polisler. Oradan geçmek zorunda olanlar, arkasını göremeden brandaların önünden yürüyor.
Sorana, hasarlı bina camlarının kırılarak inme riski taşıdığı söyleniyor.
Bir ferahlık şelalesi. Vatandaşını, başlarına düşecek moloz ve cam kırıklarından koruyacak kadar düşünen bir devletin varlığı insanın içine su serpiyor.
Beş ayda üç bombalı eylem, 173 ölüyle ruhu soldurulur, kanatılır; sırada beklediği söylenen bombalı araç uyarısıyla felç edilirken bir başkent, devletin bizleri kafamıza düşecek taş, moloz kırıklardan sakınması süper duygulandırıcı.
Ki ben oradakilerin yalancısıyım: Asıl sebebin ağır tahribat görmüş bir caddeden görüntü alınmasını engellemek olduğu söyleniyor.
Ama ne gerek var bu brandaya falan.
Terörle yaşamaya alışmıyor muyuz? Niye engelleniyor Kızılay’da yürümemiz. Terörle yaşamaya alışacağız ki çocuklarımızı kaybedelim. Nasılsa ölen, “başkasının” çocuğu olduğu müddetçe sıkıntı yok. O bombalar, gelip bizim yakınlarımızı bulmayacak. Bundan çok eminiz. Öyle değil mi, insani duygularını ameliyatla sonsuza kadar aldırmış gibi zehir saçan topluluk?
Dün o, hiç size uğramayacağından emin olduğunuz “başkalarının çocuklarının” cenazesindeydim.
Bugüne dek Karşıyaka Camii’ne kaç cenaze töreni için gittiğimi bilmiyorum, fakat hiçbirinde dünkü kadar çok genci bir arada görmedim. Pırıl pırıl ifadeli, güzel bakışlı, onlarca liseli, üniversiteli genç kızla, delikanlıyla dolup taşıyordu avlu. Kiminin yakasında Buğra’nın, kiminin Destina’nın. Kiminde Atakan’ın, kiminde Zeynep’in gülen fotoğrafları. Gencecik yaşlarında kaybettikleri arkadaşlarının ağır kederiyle başa çıkmaya çalışan onlarca genç.

***

Destina Peri Parlak’ın annesi, tabuta, kızına sarılırmış gibi sarılıyor.
“Ne olur kalk ve bunun bir şaka olduğunu söyle bebeğim. Nasıl vereceğim ben şimdi seni toprağa? Söyle, nasıl vereceğim” dedikten sonra mecali tükeniyor. Elvin Buğra Arslan’ı, ümit ve sevgi dolu bakışlarıyla resmeden büyük bir çerçeve tutuyor yakınları. Annesi, “Bakın gözlerindeki ışığa bakın, benim oğlumun ışığını söndürdüler” diyor. Arkamdaki bir kadın, “Gülüşlerini çaldılar çocuklarımızın” diye hıçkırıyor.
Zeynep Başak Gülsoy’un tabutunun başında dedesi olabilecek yaşta bir amcanın çenesi, yaşadığı ağır üzüntünün etkisiyle titriyor.
Hemen yanımızdan Atakan Eray Özyol’un (15) annesi geçiyor. Yürümek denirse yürüyor. Onu, koluna girenlerin yakasındaki çocuk bakışlı resimden tanıyorum. Allah, sanki karşısındaymışçasına sitem ediyor, bağırmadan.
“Çok küçüktü Allahım. Niye aldın ki onu benden? Gerçekten daha çok küçüktü.”
Tören biterken avludan dışarıya çıkıyoruz.
Orta yaşlı bir kadının gözleri kıpkırmızı. İtalyan RAI muhabirinin uzattığı mikrofona şöyle diyor: “Ya başkanlık ya kaos dediler. Kaos çıktı. Burayı bugün dolduran şu gördüğünüz kalabalık var ya? Bu avlu, işte o kaosun bir sonucu. Fakat o başkan olamayacak. Seyretsin Saray’ından. Söyleyeceklerim bu kadar.”
Kalbi son nefesine kadar kırık kalacak anaların, babaların arasından geçip dönüyoruz bürolara. Kalabalık dağılırken “Alışmayacağız. Kimse teröre alışmamızı beklemesin” diye bağırıyor bir adam.
Evet alışmayacağız. Ankara gözümüzün önünde “eksilse” de alışmayacağız.
Çünkü ne kadar eksilirse eksilsin, her seferinde kendini onarma gücü bulduğunu bilecek kadar da iyi tanıyoruz bu şehri.  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Hoşça kalın 9 Eylül 2018

Günün Köşe Yazıları