İzmir ilinin kuzeyindeki tarihi Bergama kent merkezinde bulunan Roma dönemine ait görkemli yapıya “Kızıl Avlu” adını verenler, 13. yüzyılda bölgeye gelen ve burasını kendilerine yurt edinen Türklerdir.
Bu adlandırma, ortadaki büyük dikdörtgen yapı ile iki silindirik kuleden oluşan yerleşkenin kalın, kırmızı tuğla duvarlarından kaynaklanır.
Kızıl, kırmızının daha koyu ve daha asil bir tonudur.
Günlük yaşamda da Kızıl Elma, Kızıl Gül, Kızıl Toprak, Kızıl Tilki, Kızıl Bayrak, Kızılbaş, Kızıl Ordu, Kızıl Tuğ, Kızılçam ve Kızıl Deniz gibi ifadelere yansımıştır.
Kızıl Avlu çevresinde Türkler, kendilerinden önce bu topraklarda var olan Rumlar, Ermeniler ve Yahudilerle birlikte yaşamış; nice kültürler Bergama önündeki Bakırçay Ovası’nın bereketinden yararlanmıştır.
İnsanlar sularını içmiş, derelerinde yıkanmış, yaylalarında hayvanlarını otlatmış, nice krallar ve imparatorlar da bu kutsal kente göz dikmiştir.

(Kızıl Avlu-Mısır Tanrıları Tapınakları)
***
Roma İmparatoru Hadrianus, o dönemin dinsel ve politik koşullarında Mısır’ın kadim tanrılarına olan inancı Anadolu’ya taşıdı ve onlar adına birçok yerde tapınaklar yaptırdı.
Kızıl Avlu’nun içindeki yapılar ve yerleşke, onun verdiği kararın ve yöredeki kölelerin emeğinin ürünüdür.
“İmparator buyurur, taş dizer köle elleri;
Tanrıların evi yükselir, göğe uzanan kızıl bir dua gibi!”
Mimari konumunun yanı sıra bu yapılar aynı zamanda bir mühendislik harikasıdır.
Bergama Akropolü (Göktepe) ile Selinos Çayı arasındaki düzlüğe yayılan Kızıl Avlu, dere kenarında son derece etkileyici bir konuma sahiptir.
Güneydeki silindirik kule, İsis Tapınağı aşağıya inen yarın dibinde Selinos Çayı’nın kıyısındadır.
Mısır tanrılarından Serapis’e adanan 60 x 26 metre boyutlarında, 1.560 m² alan kaplayan ve 2,5 metre kalınlığında tuğla duvarlara sahip dikdörtgen yapı ile; İsis ve Oziris ya da Harpokrates’e adanmış, tabanı 12 metre çapında, yüksekliği 23 metre olan iki silindirik kuleyi, muazzam ağırlıklarıyla zemine oturtmak olağanüstü bir mühendislik becerisi gerektirir.
Zemin çökebilir, yapılar dereye doğru kayabilir; kış aylarında artan sular taşarak yapılara zarar verebilirdi.
Bu nedenle güneydeki İsis Tapınağı ve avlunun sel sularından etkilenmemesi ve zemininin kayarak dereye doğru devrilmemesi için dere tarafına örme taştan istinat duvarları yapılmış ve bu duvarlar güçlü payandalarla desteklenmişti. Yarım kemer biçimindeydi bu payandalar.
Bu ustalık ürünü yapılar Kızıl Avlu’nun güney yamacında, Selinos Çayı kıyısında hala ayaktadır.
Öte yandan böyle büyük kütleli alımlı yapılara geniş bir avlu gerekir; dar kıyı şeridine sıkıştırılamazlar, görkemleri kısıtlanamaz.
Nitekim o dönem binlerce kişinin yaşadığı Pergamon’da halkın aynı zamanda geniş bir alana ihtiyacı vardı.
Hadrianus’un mimarları ve mühendisleri bu soruna çözüm buldu: Avlu genişletilecekti.

(Kızıl avlu planı)
***
Bunun için sıra dışı bir yöntem uygulandı.
Derin vadi içinde akan Selinos Çayı’nın üstü tünellerle kapatıldı.
Böylece tapınaklar dereye kayma riskine karşı güvence altına alındı, avlu büyütüldü ve yeni elde edilen alan törenler, yürüyüşler ve toplanmalar için kullanıldı.
Ayrıca bu düzenleme, Göktepe’ye/Akropole çıkışı kolaylaştırdı ve kentin güneye doğru yayılmasına katkı sağladı.
Yaklaşık 196 ve 183 metre uzunluğunda, yan yana iki adet çift gözlü tünel inşa edildi.
Her biri 7,5 metre yüksekliğinde, 9 metre genişliğinde olan bu yapılar olağanüstü tasarım ve teknik beceri gerektiriyordu.
Romalı mühendisler, bu geniş açıklıkları kapatmak için dönemin en önemli buluşlarından biri olan kemerleri kullandılar.
Taş bloklardan örülen kalın duvarların üzerine kemerler inşa edilerek yüksekliğin 7,5 metreye ulaşması sağlandı.
Böylece tünellerin üstüyle derenin güneyindeki doğal alan aynı seviyeye gelmiş oldu ve bu çevre, bugün Abacıhan Sokak denilen geçitle Akropole bağlandı.
Bugünün hesaplamaları, Hadrianus tünellerinin %0,6 eğime sahip olduğunu ve toplam 720 m³/s su akıtma kapasitesine sahip olduğunu gösteriyor. (Orhan Baykan: Testing Flood Estimation Methods On Ancient Closed Conduits.)
Gene de yakın çağda,1842 yılında yaşanan yoğun yağışlarda Hadrianus tünelleri kapasitesini aşınca ve tünel akıntı girişini derenin Kozak’tan getirdiği ağaç kütükleri kapatınca dere taşmış, kenti su basmıştı.

(Çifte tüneller/bodrumlar ve Kızıl Avlu destek payandaları)
***
İnsanlar ilk zamanlarda kapalı bir mekân elde etmek ya da bir açıklığı geçmek için ağaç dikmelerden, kerpiç tuğlalardan, taştan duvarlar yapar, karşılıklı iki duvar arasını kapatmak için yatay kalın ağaç kirişler koyarlardı.
Üzerine kamış, dal, toprak veya taş döşeyerek tavan yaparlar, oda ya da geçit elde ederlerdi.
Ancak bu usul basit ve hızlıydı ama geniş açıklıkları aşamayan bir yöntemdi. Ağaç kirişler, üzerlerindeki yükü taşıyamıyor, yıkılıyordu.
Taş bulunmayan Mezopotamya’da duvarlar kil, saman ve suyun güneşte kurutulmasıyla yapılan kerpiçlerle inşa ediliyordu.
Çömlek yapımında kilin suyla yoğrulmasından sonra ateşte- fırınlarda pişirilmesiyle sertleştiğinin fark edilmesiyle, kerpiç bloklar yüksek ısıda sertleştirildi; böylece kerpiçten daha sağlam, suya dayanıklı pişmiş kızıl tuğlalar elde edildi.
Böylece yapılar tuğlalarla inşa edilmeye başlandı. Mezopotamya’da, Sümer’de, örneğin Ur’da “Ziggurat” denilen tapınaklar kerpiçle beraber tuğladan yapılmıştı.
Taşın bol olduğu ve kolay bulunabildiği, taş işlemenin öğrenildiği antik kentlerde, özellikle daha sağlam ve kalıcı olması istenen kamusal ve anıtsal yapılar taşla inşa edilmeye başlandı.
Mısır (Luksor’da Karnak ve Medine Habu), Helen/Yunan (Atina’da Parthenon ve Pergamon’da Dionysos) tapınaklarında iki dikey taş direğin ya da duvarın üzerine yatay taş blok konularak açıklıklar aşıldı.
Ancak bu usulde, taş çok ağır olduğundan en fazla 3–4 metre uzaklıklar geçilebiliyordu.
Bu sorunu çözmek için mühendisler, ustalar “kemer” yapmayı icat etti.
Antik çağda “kemer” yapma tekniğinin gelişimi, mühendisliğin en büyük devrimlerinden biridir ve uygarlıkların mimari yeteneğini doğrudan etkileyen bir süreçtir.
Mısır’da kemerler genelde yer altı mezar girişlerinde ve küçük depo yapılarında, antik Yunan’da ise çoğunlukla yer altı su kanalları, sur kapıları ve küçük köprülerde kullanıldı.
İ.Ö. 7–6. yüzyılda Orta batı İtalya’ya egemen olan, Batı Anadolu’dan göç ettikleri düşünülen Etrüskler’in geliştirdiği kemer teknolojisi onlardan Romalılara geçti.
“Evrene çizildi bir kemer,
taşa işledi göğün eğrisini insan aklı.”
Bu yöntemle; önce zemin üstüne yapılan temel üzerine taşıyıcı taş duvarlar örülür, duvarların üstüne yarım daire şeklinde tahta kalıplar yapılır, kalıpların arasına iki yandan kesme taşlar dizilir, tam ortaya en son yerleştirilen “kilit taşı” ile kemer dengeye gelir ve kendiliğinden ayakta durur hale ulaşınca kalıplar sökülürdü.

(Antik Çağda, inşaatçılıkta devrim: Kemer yapımı)
Yukarıdan gelen basınç yanlardaki duvarlara ve temellere aktarıldığından, yükü asıl taşıyan yan taş duvarlar kemer taşlarından daha kalın yapılırdı.
Kemer taşları birbirine “Roma betonu” (opus caementicium) denilen gereçle bağlanır, yapıştırılırdı.
Antik Roma’da inşaatlarda kullanılan ve günümüzde hâlâ mühendislik harikası olarak kabul edilen bir yapı malzemesi olan Roma betonu, modern betondan hem içerik hem de dayanıklılık özellikleri bakımından farklıydı.
Roma betonu; İtalya’da Napoli yakınlarından elde edilen volkanik kül, kireç, çakıl ya da kırma taş ile, belirli ölçüde su karıştırılarak elde ediliyordu.
Romalılar bu teknikle su kemerleri (aqueduct), köprüler, amfitiyatrolar, hamamlar, zafer takları inşa ettiler.
Ayrıca tonoz (boylu boyunca uzatılmış kemer) ve kubbe (çift taraflı, döndürülmüş kemer) teknolojisi geliştirdiler.
Bütün bu tasarımların uygulanmasında kilit taşı kilit taşıdır!
“Kilit taşına kavuşunca kemer,
Aynı soluğu alır yeryüzüyle gökyüzü.”
Pergamon/Bergama’da Selinos Çayı üzerindeki Roma İmparatoru Hadrianus tarafından yaptırılan tüneller ve Kızıl Avlu’nun alt yapısı, bu Roma mühendisliğiyle yaratıldı.
Ancak tapınağın ve tünellerin inşasında görev alan özgül bir mimarın, mühendisin ya da ustanın adı günümüze ulaşmamıştır.
Oysa bu, ne büyük bir onur!
Yapının büyüklüğü ve inşa tarzı, Roma’dan getirilen bir baş mimar ile yerel tuğla ve taş ustalarını işaret ediyor.

(Hadrianus tünelleri doğu çıkışı ve “Ne yerde ne gökte mahallesi”)
***
Kızıl Avlu yerleşkesi Roma İmparatorluğu’nun gücünü dünyaya ilan ederken aynı zamanda Bergama’da estetik bir şehir düzeni sağladı.
Selinos Çayı artık kent için bir sorun olmaktan çıkmıştı.
Uygulanan kemerli yapı tekniği ile Kızıl Avlu’nun altında devasa bir su yolu oluştu. Derenin buradan geçen bölümü bu tünelin içinden akacak şekilde yönlendirildi.
Günümüzde Bergamalıların “çifte tüneller” dediği bu yapı hâlâ ayaktadır.
Bugün dahi üzerinde ağır yük taşımacılığı yapılan geçit olağanüstü sağlamlığını koruyor.
Üstte sağlanan geniş alan, şehir içi ulaşım ve tapınağa erişim için bir köprü işlevi gördü, görüyor ve hâlâ aynı işlevi sürdürüyor.
***
Hadrianus tünellerinin üzerine zaman zaman bazı düzensiz konutlar inşa edilmiş.
Bergama’yı 17. yüzyılda ziyaret eden Kâtip Çelebi ve 19. yüzyıl ortalarında kente gelen Fransız gezgin Charles Texier, bu çevreye “Ne yerde ne gökte mahallesi” adını vermiş.
Evlerin altındaki Selinos Deresinden hâlâ şırıl şırıl sular akıyor.

(Ne yerde ne gökte mahallesi ve Hadrianus tünelleri batı girişi)
“Evler ne yere bastı,
Ne de göğe erişti; düş gibi asılı kaldı.”
Tüneller, yaklaşık 200 metre uzunluğuyla, günümüzde de bir köprü gibi, Akropol eteklerindeki kent ile (Rum Mahallesi) aşağı/yeni şehri birbirine bağlıyor.
Ayrıca Kozak Yaylası’ndan kente inen yollar için geçiş sağlıyor.
Bütün bu değerler bağlamında UNESCO; Bergama Belediyesi ve Dışişleri Bakanlığının girişimiyle 2014 yılında Pergamon/Bergama’yı 999. Dünya Kültürel Miras Alanı ilan etti.
Bergama, o yıl Türkiye’de Dünya Miras Listesi’ne alınan 13. yer oldu.
Ama her miras gibi bu da yalnızca taşların değil, hafızanın da korunmasını ister; çünkü unutulan her anı, her kültür yıkılan bir kemer gibidir.
Peki bu insanlık mirası korunabiliyor mu?
“Taş ve su susmaz;
Zamandır onları dinleyen.”
“Ne yerde ne gökte mahallesi” bugün büyük bir tehdit altındadır!
Nasılı ve çözümü ise bir sonraki yazının konusu!
Sefa Taşkın
03.10.2025
Dikili-Bergama/İzmir