Midillili Ümmü Gülsüm Behiye Hanım-3: Bir kadının sessiz sesi

Midillili Ümmü Gülsüm Behiye Hanım-3: Bir kadının sessiz sesi

27.12.2025 15:19:00
Güncellenme:
Midillili Ümmü Gülsüm Behiye Hanım-3: Bir kadının sessiz sesi

KONUK YAZAR | Bergama eski Belediye Başkanı Sefa Taşkın, Cumhuriyet Ege için yazdı...

Gümüş adadır Midilli.

İzmir’in dibinde!

Zeytin adasıdır.

Güneşte gümüş gibi parlar zeytin ağacının yaprakları.

Batı Anadolu kıyılarına zeytin ağacı muhtemelen Midilli adasından taşınmıştır. Önce, tam karşıdaki Ayvalık’a, Edremit’e.

Türklerin unutulmuş vatanlarından biridir Midilli.

Fatih Sultan Mehmet’le birlikte, beş yüz yıl önce gelmişler bu gümüş adaya.

Zaman zaman farklı kimlikli buyurganların üslendiği ama Rum nüfusun çoğunlukta olduğu Midilli’yi, Osmanlı kimi zaman aşırı baskıyla kimi zaman yumuşak davranışla dört yüz yıl yönetmiş. 

Farklı dil konuşsalar da dinleri ayrı olsa da Rumlar ve Türkler pek sorun olmadan bir arada yaşamışlar.

1912 ve 1923 hoyratça ayırmış halkları birbirinden. İnsanlar muhacir olmuş, yerinden yurdundan kopmuş.

Ege’nin lacivert sularına sınır çizilmiş.

Şimdi Türkler, turistik ziyaretlerle adayı yeniden keşfediyor. Midilli ekonomisine katkıda bulunuyor.

Oysa Türklerin de bir tarihi vardı bu gümüş adada. Muhteşem izleri.

Ümmü Gülsüm Behiye Hanımın başından geçenleri bunun için hatırlıyoruz.

Onun ibretlik öyküsünü tabii ki unutmuyoruz.

Image

(Midili adasında Osmanlı Sadrazamı adalı Hüseyin Hilmi Paşa tarafından yaptırılan Sarlıca Palas Termal oteli-Thermi- 1900 başları)

*** 

19. yüzyılın sonlarında Anadolu’da kadınlar, tarım ve ev içi üretimin merkezinde yer alırken, hukuken mülkiyet edinme, miras alma, mehir (bir tür başlık parası) talep etme ve mahkemeye başvurma gibi haklara da sahipti. 

Ancak bu hakların kullanımı çoğu zaman yerel güç ilişkileri, erkek akrabalık ağları ve uzun–masraflı dava süreçleri, kadınların sokağa çıkmalarının, yüzlerini göstermelerinin bile bu ortamda sorunlu olması nedeniyle fiilen zorlaşıyordu.

 Tanzimat reformlarıyla birlikte kayıt ve dava mekanizmaları genişlemiş olsa da taşrada uygulama sınırlı kaldı.

Bu nedenle kadınlar için adalet, kâğıt üzerinde tanınmış bir imkân olmaktan çok, cesaret, ısrar ve maddi güç gerektiren bir mücadele alanı olarak yaşanıyordu

Bu nedenle önceki iki makalede anlattığımız Ümmü Gülsüm Behiye Hanım’ın Midilli adasındaki; çok varlıklı dedesi Kulaksızoğlu Mustafa Ağa’dan kalan mirasta, akrabası olan ada paşalarının, ağalarının ona hakkını vermemesine karşı başlattığı hukuk mücadelesi bir ayrıcalık taşır.

Siyasette, hukukta, toplumsal yaşamda çok güçlü erkek egemen bir ortamda bir kadının hakkını aramak için tüm devlet kapılarını zorlaması övülecek bir durumdur.

Osmanlı hukuk sisteminin bu girişime izin vermesi de bir başka ilginçliktir.

Bu durum, Ümmü Gülsüm Hanım’ın ne kadar yürekli olduğuna işaret ettiği gibi Osmanlı Devleti sınırları içinde bulunan Midilli adasındaki toplumsal yaşamın medenilik düzeyinin yüksekliğini de gösterir.

Kadın başına, bir buyrukla kelle alınma sisteminden gelen Osmanlı Devleti’nde verili düzene kafa tutmak o kadar kolay değildir.

***

Ümmü Gülsüm Hanım’ın Midilli’de açtığı miras davası, ilk bakışta aile içinde kalmış bir hesaplaşma gibi görünür.

Oysa dosya yaprakları çevrildikçe, Osmanlı taşrasında mülkiyetin, nüfuzun ve hukukun birbirine dolandığı daha geniş bir manzara belirir.

Bu yazıda, önceki bölümlerde kurulan zeminin ardından, Ümmü Gülsüm Hanım’ın İstanbul’daki Meclis-i Vâlâ’ya (bir tür yargıtay) uzanan yolculuğu boyunca tutulan kayıtlar, dinlenen tanıklar ve verilen kararlar izlenecek; böylece 19. yüzyıl ortasında adaletin merkez ile taşra arasında nasıl ağır ağır yol aldığı, olayların kendi sesiyle görünür kılınacaktır.

Belki bundan bugünkü Türk toplumu da ders çıkarır.

Image

(19.yüzyıl sonunda Midilli kentinde, yukarı yalıda Viagla Camii)

***

Bu bağlamda Ümmü Gülsüm Hanım, hakkını aramak için Midilli Davalar Meclisi’nin (yerel mahkeme) verdiği mal, mülk paylaşımı kararına razı değildir.

Ona göre dedesi Kulaksızoğlu Mustafa Ağa’nın mirasından kendisine düşen pay Davalar Meclisi’nin belirlediği kadarıyla sınırlı olamaz.

Amcası ve aynı zamanda kayınpederi olan İsmail Paşa, miras payını vermeyerek el koymuş, üstelik onu tehdit ederek hakkını aramasını engellemeye çalışmıştır.

Yeğenini ve eski gelinini baskı altında tutarak ödeme yapmaktan kaçınmaktadır. (Gül Akyılmaz, Osmanlı Devleti’nde Mülkiyet Hakları ve Mülkiyet İlişkileri Çerçevesinde Kadının Hukuki Statüsü, Ankara, Seçkin Yayınları, 2015, s. 273)

Kırklareli Üniversitesi’nden Prof. Faruk Doğan’ın ayrıntılı olarak anlattıklarına göre, Ümmü Gülsüm Hanım bu durumu Midilli’deki Mahkemede açıkça dile getirir.  (Faruk Doğan, History Studies, 3/2, 2011)

Temmuz 1860 tarihli dilekçesinde, İsmail Paşa tarafından tehdit edildiğini, tanık sıfatıyla ifade veren Davalar Meclisi üyesi Hacı İbrahim Ağa ile Gümrük Müdürü Ahmet Bey’in de aynı şekilde baskı altında bırakıldığını iddia eder.

Kulaksızoğlu İsmail Paşa, ağalık tecrübesiyle aleyhinde konuşanı susturmasını bilmektedir!

Bu yüzden tanıkların doğru ifade vermelerinin engellendiğini ileri sürerek davanın İstanbul’da, “Meclis-i Vâlâ”da (Yüksek Meclis, Yüksek Mahkeme) görülmesini talep eder.

Bu talep, Midilli’deki Davalar Meclisi, Yerel Mahkeme tarafından, Kulaksızoğlu Mustafa Ağa’nın terekesinin tespiti için ön araştırma yapmakla görevlendirilen İlyas Bey tarafından da uygun bulunur.

“Meclis-i Vâlâ”, Padişah II. Mahmud zamanında Mustafa Reşit Paşa tarafından 1837’de kurulmuş, Tanzimat döneminde hem en yüksek danışma organı hem de belirli davalarda yüksek yargı mercii gibi işleyen bir kurumdur.

Taşradan gelen şikâyetleri ve dilekçeleri inceler, memurların yolsuzluk iddialarına bakar, kanun ve nizamname tasarılarını değerlendirip padişaha arz ederdi.

“Meclis-i Vâlâ”da Sadrazam başkanlığında nazırlar (bakanlar), ulemadan temsilciler (din bilginleri) ve yüksek bürokratlar bulunurdu.

1868’den sonra Şûrâ-yı Devlet (Danıştay’ın öncülü) ve Dîvân-ı Ahkâm-ı Adliye (Yargıtay’ın öncülü) kurulunca “Meclis-i Vâlâ”nın rolü giderek sona erdi.

İnatçı Ümmü Gülsüm Hanım’ın başvurusu Devletin merkezi İstanbul’da ses getirdi.

Midilli’de olanlar ayyuka çıkmıştı.

Böylece Meclis-i Vâlâ, davanın İstanbul’da görülmesini kabul etti.

Ümmü Gülsüm Hanım mahkemede tanık olarak dinlenmesini istediği kişileri de tek tek yazmıştı: Midilli’den Dava Meclisi üyesi Hacı İbrahim Ağa, Gümrük Müdürü Ahmet Bey, İzmir Gümrük Kâtibi Hacı Mehmet Efendi ve oğlu Tahir Efendi, Midilli eşrafından Arif Ağa ve damadı Ömer Ağa.

Image

(Midilli’de 19.yüzyıl sonu Osmanlının Gümrük binası)

19.yüzyıl Osmanlı taşrasında mahkemeye başvuran taraf, kadın ya da erkek fark etmeksizin, tanıkların yol, konaklama ve iaşe giderlerini karşılamakla yükümlüydü ve bu masraf yükü, nakit ve destek kaynakları daha sınırlı olan kadınlar açısından adalete erişimi fiilen zorlaştırıyordu.

Bu nedenle İstanbul’da Meclis-i Âlâ’da görülecek davada Ümmü Gülsüm Hanım, gelmesini istediği tüm tanıkların İstanbul’a ulaşım ve kalma masraflarını kendisi karşılamayacaktı.

Parasal gücü yetmiyordu ama davasının peşini bırkmıyordu.

İstanbul’daki Mahkemede Ümmü Gülsüm’ün tarafını, bir zamanlar Midilli Nazırı olan dedesi Kulaksızoğlu Mustafa Ağa döneminde kâtiplik yapmış olan Hacı Mehmet Efendi temsil edecekti.

Yanında Midilli Meclisi azası Hacı İbrahim Ağa, eski Gümrük Müdürü Ahmet Bey, Tahir Efendi ve Midilli eşrafından Arif Ağa bulunacaktı.

Karşı tarafta ise, Ümmü Gülsüm’ün amcası ve eski kayınpederi İsmail Paşa’nın vekili olarak Ethem Efendi hazır bulunacaktı. (Faruk Doğan, History Studies, 3/2)

Osmanlı Paşasına karşı Osmanlı kadını Ümmü Gülsüm’ün yanında olanlar da sıradan tanıklar değildi. Tanınmış adalılardı.

***

Meclis-i Vâlâ’da yapılan ilk duruşmada, İsmail Paşa’nın vekili Ethem Efendi söze kısa ve keskin başladı: 

Midilli’de tanıkların verdikleri ifadelerin aynen geçerli olduğunu, başka bir söz söylemeye gerek olmadığını beyan etti. Orada alınan paylaşım kararı yüksek mahkeme tarafından aynen kabul edilmeliydi.

İşi çabuk bitirmek, davayı hemen kapatmak istiyordu Ethem Efendi.

Üstelik, İsmail Paşa’nın ölen kardeşi Niyazi’nin ve onun ölen oğlu Emin’den kalan hissenin varisleri Ümmü Gülsüm’e ödendiğini, diğer mallar için de bir defter hazırlandığını iddia etti.

Ümmü Gülsüm buna, kaderine razı olmalıydı!

Fakat adada Kulaksızoğlu Mustafa Ağa’nın mallarını tespit etmekle görevlendirilmiş olan İlyas Bey, bu savunmayı sarsan bir iddiada bulundu:

Ona göre Mustafa Ağa’nın terekesi yalnızca 11.000 kese akçeden (yaklaşık 363,8 kilo altın) ibaret değildi; bu miktarın birkaç katı daha vardı.

Bunun üzerine İstanbul’a çağrılan tanıklar, birer birer Meclis huzurunda dinlenmeye başlandı.

Tanıkların ifadeleri, davanın seyrini değiştirecek kadar çarpıcıydı.

İsmail Paşa’nın sahip olduğu siyasî ve malî gücü, tehdit, rüşvet ve evrakta sahtekârlık gibi yollarla davayı lehine sonuçlandırmak için kötüye kullandığı yavaş yavaş açığa çıkıyordu.

Nazırlık kâtibi Mehmet Ağa, Ümmü Gülsüm Hanım’ın dedesi Kulaksızoğlu Mustafa Ağa’nın terekesinden (mal mülk listesinden) haberdar olduğunu itiraf etti.

Midilli’nin Gümrük Müdürü Ahmet Bey ise adadaki ilk ifadesinde iddialardan bilgisi olmadığını söylemişti. Ancak İstanbul’da verdiği yeni ifadede, aslında iddiaların bir kısmından haberdar olduğunu açıkladı.

Neden başlangıçta, adada gerçeği sakladığı sorulduğunda ise tehdit edildiğini ima ederek, “Orası Midillidir, öyle dedim” cevabını verdi.

Bir başka tanık, terekenin yazımından sorumlu Hacı İbrahim Ağa’ya, neden Rum tarafındaki mülklerin kayda geçirilmediği soruldu.

Onun cevabı daha da açık bir itiraftı: “Onu yazdıranlar bilir.”

Böylece, Kulaksızoğlu İsmail Paşa’nın doğrudan emirleriyle hareket ettiği ortaya çıkmış oldu.

Bütün bu ifadelerden sonra Meclis-i Vâlâ, 17 Temmuz 1860 tarihinde mahkemeye ara verdi.

Image

(Midilli adasında ayrılıktan önce Midillinin Türk yöneticileri)

***

Ancak duruşmalardan anlaşılmıştı ki, mesele terekenin (mal miktarının) yazılmaması değil; malların bir kısmının bilinçli olarak gizlenmesiydi.

Bu yüzden daha derinlemesine bir araştırmaya ihtiyaç vardı.

Ne var ki bu sırada, daha önce adada “nazır” da olan Kulaksızoğu İsmail Paşa, Midilli’de şimdi Kaymakamlık görevini sürdürüyordu. 

Her yerde bir ağırlığı vardı. 

Hem kendi ve devlet gücüyle hem de zenginliğiyle nerdeyse adanın üzerine çökmüştü!

Ümmü Gülsüm, yeni yapılacak araştırmayı yürütecek memurun, tıpkı geçmişte olduğu gibi Paşa’nın baskısı altında kalabileceğini, dolayısıyla adadaki kişilerle yapılacak incelemenin sağlıklı olmayacağını ileri sürdü.

Bunun üzerine Meclis-i Vâlâ, işi İstanbul’dan görevlendirilen uzman isimlere havale etti.

İstanbul’dan, Meclis-i Vâlâ’dan Mehmet Emin Bey, ayrıca İstanbul Şer‘iyye Mahkemesi Baş Katipliği Müdürlüğü’nden Ahmet Rauf Efendi, terekeyi araştırma ve inceleme işine memur tayin edildi. (Faruk Doğan, History Studies, 3/2)

***

Osmanlı belgelerinden derlenen bilgilerden anlaşıldığı üzere, Ümmü Gülsüm Hanım, hakkını ararken adeta taş duvarlarla örülmüş bir düzene karşı çetin bir mücadele veriyordu. 

Dedesi Kulaksızoğlu Mustafa Ağa’nın mirası, yıllar boyunca taksim edilmemiş, âdeta sahipsiz bırakılmış, bazı taşınmaz mallar ise Ümmü Gülsüm daha çocukken, aile fertlerinin adına deftere geçirilmişti. 

Bu durum, mirasın büyük bir kısmının haksız yere el değiştirmesine neden olmuştu.

Mehmet Emin Bey, Meclis-i Vâlâ adına Midilli’de yürüttüğü araştırmaların ardından hazırladığı raporu İstanbul’a sunarak meselenin bütün boyutlarını gözler önüne serdi.

Adalet işliyordu.

Raporda yer alan bilgilere göre, aile içinde usulsüzce devredilen malların yanı sıra, tartışmalı taşınmazların bir bölümü, el çabukluğuyla İsmail Paşa’nın vakıf mallarına katılmıştı. 

Konunun netleştirilmesi için yeni bir araştırma komisyonu kuruldu ve tereke defterlerinin yeniden hazırlanmasına girişildi. 

Midilli dışındaki emlakin tespiti için de erbâb-ı vukuf (bilirkişiler) görevlendirildi.

Yapılan incelemelerde İsmail Paşa, bazı malların babası Kulaksızoğlu Mustafa Ağa’ya ait olduğunu, bazılarının satıldığını, kimilerinin de senetli ya da senetsiz biçimde kendisinde, ailesinde ya da üçüncü şahıslarda kaldığını kabul etmek zorunda kaldı. 

Bu gelişmelerle birlikte meseledeki düğüm çözülmeye başlamıştı.

Konuyu incelemekle görevli devlet memuru Mehmet Emin Bey satılan mülklerin senetlerini tek tek inceleyerek üzerlerine şerh koydu. 

Bu mülklerin bedeli toplam 8.569.000 kuruş olarak hesaplanmış, henüz satılmamış veya başkalarının elinde bulunan mallar bu bedele dâhil edilmemişti.

Emin Bey, bu malların yıllık gelirinin yaklaşık 600–700 bin kuruş olabileceğini belirterek, toplam mirasın yaklaşık 9.300.000 kuruş civarında olduğunu tespit etti. 

O yıllarda 1000 kuruş 10 altın lira/sikke  (1 altın lira 7.2 gr altın, bugünkü tam altın) ediyordu. Bu değer 93.000 tam altın, bugünkü parayla (1 tam altın 42.000 Tl hesabıyla) 3.906.000.000 TL ediyor

Ancak, Mustafa Ağa’nın devlete olan 5.500.000 kuruşluk borcu düşüldüğünde geriye yaklaşık 3.800.000 kuruş kalıyordu. 

Raporda ayrıca, başka kişilerin elinde bulunup Mustafa Ağa’ya ait olduğu ispat edilebilecek malların da hesaplara dâhil edilmesi durumunda, mirasın değerinin iki katına çıkabileceği ifade ediliyordu.

Image

(19.yüzyıl sonunda Osmanlının Midilli Liman Müdürlüğü)

***

O zaman için bile bu miktar çok büyük bir değerdi.

İstanbul’da, Meclis-i Vâlâ’daki duruşmalar sırasında İsmail Paşa, babasına ait bazı malların varlığının kendi kontrolünde olduğunu kabul etmiş; bunların yaklaşık yarısının satıldığını dile getirmişti. 

Ne var ki Mehmet Emin Bey raporunda, söz konusu malların 25–30 yıl önce başkalarının tasarrufuna geçtiğini, bu nedenle belgelerle ispatının artık neredeyse imkânsız hale geldiğini özellikle vurguladı. 

Raporun sonuç kısmında, mevcut kayıtlar ve toplanan veriler ışığında nihai kararın Meclis-i Vâlâ (İstanbul’daki) yüksek mahkeme) tarafından verilmesi gerektiği; fakat tarafların önceden  Midilli’de verilen kararda uzlaşmaları hâlinde, davanın daha kısa sürede çözülebileceği belirtildi.

21 Ekim 1860 tarihli bir başka raporunda da Mehmet Emin Bey, Mustafa Ağa’nın ölümünden sonra Midilli ve Ayvalık halkında kalan alacakların tespiti için yeni bir girişimde bulunduğunu bildirmişti. 

Bu amaçla İstanbul’daki Patrikhane’ye bir mektup yazmış, köylerin Rum eşrafına (çorbacılara) emirler gönderilmişti. Ancak tüm bu çağrılara rağmen köylerden hiçbir yazılı cevap alınamamıştı. 

Midilli Metropoliti Meletios (Photios) aracılığıyla nedeni sorulduğunda, “Mustafa Ağa’nın sağlığında borçların tamamı ödenmiştir” cevabı verilmişti. 

Oysa Mehmet Emin Bey, yaptığı araştırmalar sonucunda bu ifadelerin gerçeği yansıtmadığını, Patrikhane’nin aforoz tehdidiyle ve İsmail Paşa’nın siyasi baskısıyla bu beyanları vermek zorunda bırakıldığını fark etmişti.

İsmail Paşa’nın eli İstanbul’daki Patrikhaneye de mi uzanıyordu yoksa!

 Böylece işin rengi daha da berraklaşmış, halk susturulmuş, defterler saklanmış, gerçekler sistematik biçimde gölgelenmişti.

Bu süreçte Mehmet Emin Bey bir yandan ada eşrafının aracılığıyla eski defterleri ortaya çıkarmaya çalışıyor, diğer yandan da Ümmü Gülsüm Hanım’ı uzlaşmaya ikna etmeye uğraşıyordu.

Belki Devletin üst kademelerinden artık bu konunu kapatılması konusunda emir almıştı.

Ümmü Gülsüm’ün inatçılığı, bu dava devletin itibarını da zedeliyordu!

Image

(19.yüzyıl sonu Midilli limanı)

Mehmet Emin Beye göre davanın çözülebilmesi için üç temel şart vardı: 

İsmail Paşa’nın gizlenen defterleri ortaya çıkarması, Ümmü Gülsüm Hanım’ın uzlaşmayı kabul etmesi ve ada halkının üzerindeki korku baskısından kurtulması. 

Emin Bey, raporuna ayrıca, terekenin (mirasa söz konusu mallar) mevcut kısmı üzerinden davanın sürdürülmesinin yanı sıra, daha sağlıklı bir sonuç alınabilmesi için İsmail Paşa’nın görevden alınmasının uygun olacağını da eklemişti.

Bu öneriler elbette Kulaksızoğlu İsmail Paşa’nın hoşuna gitmedi. 

Mehmet Emin Bey’in şartlarını kendisine yöneltilmiş bir tehdit ve meydan okuma olarak gördü. Derhal “Davalar Meclisi”ne dilekçe vererek itiraz etti. 

Dilekçesinde, Ümmü Gülsüm Hanım’ın iddialarının temelsiz olduğunu savundu; babası Kulaksızoğlu Mustafa Ağa’nın ölümünden sonra mirasın hazineye, borçlara ve gemi inşası masraflarına mahsup edildiğini ileri sürdü. 

Dahası, şayet Şer‘î Mahkeme (İslam dini kurallarına göre karar veren mahkemeler) tarafından daha fazla borç tespit edilirse, bunu ödemeye razı olduğunu beyan etti. 

Herhalde Midilli’deki Şer’i mahkemeyi etkisi altına alacağını düşünüyordu. Muhtemele hocalarla bir yakınlığı vardı!

Ancak buna rağmen, Ümmü Gülsüm Hanım’a yüksek miktarda para verilmesinin adaletsizlik olacağını söyleyerek uzlaşma teklifini de reddetti.

Öte yandan davanın uzaması, Ümmü Gülsüm Hanım’ı giderek daha da zor bir duruma sokuyordu.

İstanbul’da uzun süre ikamet etmek zorunda kalması, tanıkların dava boyunca giderlerini karşılaması, mahkeme harçlarını tek başına üstlenmesi onu ciddi bir borç yükü altına sokmuştu. 

Her gün yeni bir dilekçe veriyor, her dilekçede “bir an önce hüküm” talebiyle Davalar Meclisi’ne başvuruyordu. 

Mahkemenin uzaması aslında İsmail Paşa’nın işine geliyor, Ümmü Gülsüm’ü yıldırmak istiyordu.

Sadece o değil, Midilli’de soruşturmayı yürüten memurlar da bu maddi darlığın etkisini yaşıyordu; zira harcamalar davacı tarafından karşılandığı için, gittikçe eldeki parası azalan Ümmü Gülsüm Hanım’ın memurlara yaptığı gider ödemeleri de gecikiyordu. 

Nitekim İstanbul Şer‘iyye Mahkemesi (dini mahkeme) Baş Katipliği Müdürlüğü’nden görevlendirilmiş Ahmet Rauf Efendi, adada geçirdiği beş aylık sürede yalnızca 5.000 kuruşluk ödeme alabildiğini bildiriyordu. Bu durum resmî yazışmalara dahi yansımıştı.

İşte tam bu kırılgan zeminde, İsmail Paşa elindeki son kozu kullanmaya girişti. 

Elinde para ve güç vardı; karşısında ise yalnızca hakkını korumaya çalışan dul bir kadın. 

Dava sürecinin uzamasının Ümmü Gülsüm Hanımı maddi yönden sıkıntıya soktuğu anlaşılmıştı.

 Paşa, haksızlığının fark edildiğini görmüş karara varılmasını uzatmak için her yolu deniyordu.

“Madem konu mirastır, dava İstanbul’daki Meclis-i Vâlâ’da değil, Midilli’deki yerel Şer‘î Mahkeme’de görülmelidir” diyerek yargılamayı başka bir alana taşımaya çalıştı.

 Oysa İstanbul’a gönderilen raporların dilinden de anlaşılacağı üzere, mesele artık sıradan bir miras çekişmesinden ibaret görülmüyordu; ortada yerel yöneticileri ilgilendiren ciddi bir yolsuzluk şüphesi vardı. 

Şüphe altında olan kişi ise, Osmanlı Devleti’nin yıllarca Midilli adasının teslim ettiği saygın bir ailenin reisi, paşalığa kadar yükselmiş bir kişiydi.

Tüm bu gelişmelerin ve ardı ardına gelen raporlardan sonra Meclis-i Vâlâ, Aralık 1860’ta Cezâyir-i Bahr-i Sefîd (Ege Adaları) Mutasarrıflığına ve soruşturmayı yürüten Mehmet Emin Bey’e hitaben bir karar gönderdi: İsmail Paşa Kaymakamlık görevinden uzaklaştırılmıştı.

Image

(Midilli limanında Türk Balıkçılar.19.yüzyı sonu)

***

Kararda, bu kararın Mehmet Emin Bey’in belgelere dayalı raporları doğrultusunda alındığı özellikle vurgulanıyordu. 

Böylece, Midilli’de büyük nüfuz sahibi olan Kulaksızoğlu İsmail Paşa’nın siyasi ağırlığı ilk kez bu denli sarsılmış oldu.

Meclis-i Vâlâ’nın kararında, tereke defterlerinin bir türlü ortaya çıkarılamamasının temel nedeni olarak İsmail Paşa’nın halkı korkutması gösterildi.

 Paşa'nın, karakter ve liyakat bakımından Kaymakamlığa ehil görülmediği açıkça ifade edilmiş; yönetimin fiilen oğlu Halil Razi Bey ve yandaşlarının elinde olduğu, bu kişilerin çeşitli yolsuzluklara giriştiği rapor edilmişti. 

İncelemelerde, zaptiye maaşlarının devlet hazinesinden çekilerek keyfî biçimde dağıtıldığı, Midilli Kalesi’nde stoklanan zahirenin satılıp gelirinin faizle işletildiği ve bu gelirlerin bir kısmının  memurlara “bahşiş” adı altında verildiği gibi ciddi usulsüzlükler tespit edilmişti.

Tüm bu düzen, yalnızca mali dengeleri değil, adanın toplumsal yapısını da sarsıyordu. 

Kulaksızoğlu İsmail Paşa ve oğlu Halil Bey’in kötü yönetimi nedeniyle, adadaki Hristiyan nüfusun önemli bir bölümü yabancı devletlerin uyruğuna geçmeye meyletmiş, durum değişmediği takdirde bu eğilimin yayılmasından endişe edilmişti. 

Mora’da kurulan yeni Yunan devleti ve Balkanlar’daki çalkantılar hatırlatılarak, Osmanlı topraklarındaki Hristiyan tebaadaki kıpırdanmaların Midilli’de de görüldüğü belirtilmişti. 

Zira Osmanlı Devleti artık son dönemine girmiş, dört bir yandan ayrılıkçı sesler, özgürlük istemleri yükselmeye başlamıştı.

Tüm bu tespitler ışığında Mehmet Emin Bey’in raporları, olayın sadece Ümmü Gülsüm Hanım’ın şahsi mücadelesi olmadığını, aksine Midilli’deki kötü idare ve yolsuzluk ağını gün yüzüne çıkardığını gösteriyordu. 

Sonuç olarak İsmail Paşa görevden alındı, yerine 10.000 kuruş (muhtemelen üç aylık) maaşla (100 tam altın, büyük para) Şehremaneti Midilli Belediye Başkanlığı Birinci Yardımcısı Ali Kemalî Efendi Kaymakam olarak atandı. (Faruk Doğan, History Studies, 3/2)

***

Bütün bu verilerin ışığında Meclis-i Vâlâ, (Yüksek Mahkeme) 4 Kasım 1861’de davayı karara bağladı.

Hüküm açık ve sarsıcıydı: Ümmü Gülsüm Hanım haklıydı.

Onun iddia ettiği mal ve mülk miktarının, amcası ve eski kayınpederi İsmail Paşa’nın ileri sürdüğünden çok daha fazla olduğu, aile fertleriyle üçüncü şahısların ibraz ettiği senetlerden anlaşılmıştı.

Ne var ki Midilli’de yıllardır “hüccet-i şer‘iyye” usulüne —yani alım satımın kadı huzurunda sözlü beyanla yapılması, şahitlerin dinlenmesi, işlemin şer‘iyye (kadılık) siciline kaydedilmesi ve belgelenmesi, mühürlü suretin taraflara verilmesi— gerektiği gibi uyulmamıştı.

Ada halkı çoğu kez malın eski sahibinin verdiği özel senetlerle alım satım yapar olmuştu.

Bu yüzden hem bu senetler hem de sahaya sonradan sürülen kimi “hüccetler” (belgeler) “şüpheli ve usule uygun olmayan” kayıtlar olarak kabul edildi.

Bu tespitler İsmail Paşa’nın; “muhallefât (geride kalan kayıtlı mallar) var olan borçlara yetmedi; ortada miras kalmadı” savunmasını temelsiz bıraktı.

Eski defterlerin ibrazı istendiğinde, kanıt olarak getirilen kayıtların Paşa’nın beyanlarını doğrulamak amacıyla sonradan düzenlendiği de ortaya çıktı.

Dahası, 1843 tarihli ve İsmail Paşa’nın kethüdasına (kahyasına) yazdığı bir mektupta, Ümmü Gülsüm’ün hak iddia ettiği mirasın varisler arasında henüz taksim edilmediği açıkça itiraf ediliyordu.

Böylece dava, yalnızca saklı defterleri değil, bir dönemin gevşeyen idari ve hukukî disiplinini de gün yüzüne çıkardı:

Kâğıt üstünde örtülen gerçek, Meclis-i Vâlâ’nın hükmünde berraklaştı; Ümmü Gülsüm’ün hakkı ise devletin mührüyle doğrulandı. (Faruk Doğan, History Studies, 3/2.)

***

Ama sonraki gelişmeler hiç de bu saptamalara uygun olmadı!

Bu aşamada İsmail Paşa, davanın Midilli’deki  Şer‘î Mahkemeye—yani yerel Kadılık Mahkemesi’ne—havale edilmesi isteminde ısrar etti.

Ne var ki, defterlerin türlü nedenlerle kaybolmuş olması ve aradan uzun zaman geçmiş bulunması, dosyanın Midilli’de Kadı huzurunda görülmesini fiilen olanaksız kılıyordu.

Bu yüzden, Midilli’de tarafların daha önce Davalar Meclisi verilen karar çerçevesinde davanın sonuçlandırılması İstanbul tarafından uygun görüldü.

Ne dolaplar döndü kim bilir o zaman içinde Payitaht’ta! 

Kulaksızoğlu İsmail Paşa kim bilir kimleri doyurdu el atından! Siyasi etkisi nerelere kadar uzanmıştı!

Ümmü Gülsüm Hanım ise ona destek olan muhtemelen Gümrük Müdür Ahmet bey gibi birkaç adalı hemşerisiyle birlikte koca İstanbul’da yalnızdı.

 Direnişe, karşı çıkışa rağmen “güç” denen “para” ve siyaset” ona karşı çıkanı ezmeye kalkmakta ustaydı.

Görülen davada onca araştırma ve muhasebeden sonra, sanki en başa dönülmüştü.

İstanbul’un Yüksek Mahkemesi birçok kanıta rağmen “haklı”yı, “kadın”ı korucu bir karar alamamıştı.

Karar kendisine tebliğ edilince Kulaksızoğlu İsmail Paşa, “marifet-i şer‘” (İslâm hukuk usulü) dairesinde Midilli’de Kadılık Mahkemesi’nde görülecek bir yargılama sonucunda, Ümmü Gülsüm Hanım’ın hakkı ne kadarsa onu ödeyeceğini ifade etti. (Bkz. Faruk Doğan, History Studies, 3/2.)

O kadar suçlanmasına, kamu görev ve yetkileri elinden alınmasına rağmen İsmail Paşa istediğini muradına ermişti.

Boynu bükük kalmıştı Ümmü Gülsüm Hanım.

***

Image

(Midilli adasında Çömlekköy-Skalahori’de  Hacı Emin Kasir Camii-Bugün)

Gerisi artık ayrıntıydı.

Meclis-i Vâlâ, Ümmü Gülsüm Hanım’ın güya haksızlığa uğramasını önlemek için, Midilli Davalar Meclisi’nin (Yerel Mahkeme’nin) daha önce belirlediği 5.500 kese akçenin Ümmü Gülsüm’e ödenmesine hükmetti.

Fakat davacı olan Ümmü Gülsüm; usul gereği, İstanbul’da geçen süre boyunca İsmail Paşa’nın masraflarını dahi karşılamak zorundaydı.

Bu kalemler 500 kese olarak hesaplanıp toplamdan düşülünce,  Ümmü Gülsüm’e ödenecek meblağ 5.000 kese akçeye indirildi.

Ardından, “İsmail Paşa’nın yapacağı ödeme, ödeme gücünü aşacağı” gerekçesiyle bir indirim daha yapıldı; miktar 4.000 kese akçeye çekildi.

Bunun 1.000 kesesi nakden, kalan 3.000 kesesi ise özel bir memurun gözetiminde Paşa’nın tasarrufundaki emlâkten tahsil edilerek Ümmü Gülsüm’e ödenecekti.

Ümmü Gülsüm’ün bedel olarak kabul etmediği taşınmazlar olursa, bunların takdir edilen değeri Paşa’dan nakden tahsil edilecekti.

Bu durum, Midilli’nin aykırı kızı Ümmü Gülsüm Hanım’a yapılan ciddi haksızlığın devlet tarafından onaylanmasıydı, bu bağlamda kâğıt üzerinde her şey usulüne uygun gibiydi; ama hayat başka türlü aktı.

Belgeler gösteriyor ki 1867’ye gelindiğinde bile ödeme konusunda tam bir uzlaşma sağlanamamıştı.

Demek ki Ümmü Gülsüm’ün haksızlığa karşı koyuşu sürüyordu. Dirençli kadın bu paylaşımı daha önce de kabul etmemiş, şimdi de kabul etmiyordu.

Dava sürüncemede kaldı; zaman, gerçek adaletin aleyhine işledi.

İsmail Paşa’nın 1887 sonrasında vefat ettiği tahmin ediliyor. (Bkz. Faruk Doğan, History Studies, 3/2.)

Sonrasının ayrıntıları pek bilinmiyor! Ümmü Gülsüm hakkında da pek bilgi yoktur.

***

Image

(Midilli’de Barbaros Hayrettin Paşa Medrese ve İmarethanesi- Günümüz)

Prof. Faruk Doğan’ın, kapsamlı incelemesi bağlamında yaptığı değerlendirmeye göre; Ümmü Gülsüm Hanım’ın davası, Osmanlı’nın son döneminde bir kadının haklarını korumak için verdiği mücadelenin, eksikleri ve kırılmalarıyla birlikte de olsa, nihayetinde bir başarıya dönüştüğü bir örnektir (başlıcasıdır).

Kulaksızoğlu Mustafa Ağa’nın tereke (mal mülk) davası neredeyse üç yıl boyunca sürmüş; bu uzun süreç yalnızca tarafların çekişmesini değil, adanın siyasal ve toplumsal dokusunu da görünür kılmıştır.

Yargılama boyunca Kulaksızoğlu İsmail Paşa’nın, Midilli Kaymakamı sıfatının sağladığı nüfuzu kendi lehine sonuna kadar kullanmaya yöneldiği görülür:

Mirasın büyüklüğü, yetkinin tehdide, rüşvete ve türlü yolsuzluk yollarına tahvil edilmesine zemin hazırlamış; bu iklim de ada halkı içinde Yunan bağımsızlık hareketine sempatiyi besleyen bir ortam yaratmıştır.

Davanın açığa çıkardığı bir başka gerçek, adadaki gayrimenkul alım-satımlarının çoğu kez yürürlükteki hukuk düzeni dışında, yazılı ya da yazısız usulsüz yollarla yürütülmesidir.

Bütün bunların arasında davacı kadının, mahkeme masraflarını omuzlamak zorunda bırakılması, böyle bir usul olması, davasını uzun soluklu sürdürememesine ve arzu etmediği hâlde davalıyla uzlaşmaya zorlanmasına yol açmıştır.

Yine de süreç, Trabzon’dan annesiyle birlikte bir aile sorunu nedeniyle kaçırılıp daha bebekken Midilli’ye sığınmak durumunda bırakılan Kulaksızoğlu Mustafa Ağa’nın nazırlığı (ada yöneticiliği) sırasında kayda değer bir servet biriktirdiğini göstermesi bakımından da öğreticidir.

En önemlisi, bir Osmanlı kadınının ısrarlı hak arayışının, kendi ölçülerinde tam tatmin edici olmasa bile, somut bir kazanıma varmasıdır; dikkat çekici olan da budur. (Faruk Doğan, History Studies, 3/2.)

***

Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi’nden Prof. Gül Akyılmaz, duruma farklı bir pencereden bakar.

Midilli’de 19. yüzyılda görülen bu davayı, bir kadının mülkiyet hakkı uğruna nasıl dişini tırnağına takarak mücadele verdiğini gösteren sarsıcı bir örnek olarak yorumlar.

Konuyu özetler:

“1833’te Midilli’nin nüfuzlu ailelerinden Kulaksızoğlu Mustafa Ağa büyük bir servet bırakarak öldüğünde, oğulları İsmail ve Niyazi hayattadır.

Niyazi’nin kızı Behiye Ümmü Gülsüm, amcasının oğlu Halil’le evlidir.

Ne var ki tereke (mal mülk) taksimi yapılmadan Niyazi 1837’de vefat eder; yıllar sonra, 1860’ta terekenin devlete ayrılan kısmı—11.000 kese akçe—tahsil edilir.

Bu süreçte Niyazi’nin eşi ve oğlu da ölünce aileden geriye yalnızca Ümmü Gülsüm kalır.

Fakat amcası ve aynı zamanda kayınpederi olan Midilli Nazırı İsmail Paşa, onun miras hissesine el koyar.

Ümmü Gülsüm bunun üzerine hukuki mücadelesini başlatır.

Dava Midilli İdare Meclisi’nde (Yerel Mahkeme) görülür ve Ümmü Gülsüm’e miras hissesi olarak oturduğu konakla birlikte 5.500 kese akçe hükmolunur; bunun 1.500’ü nakit, 4.000’i emlâk ve akar olarak ödenecektir.

İsmail Paşa ise yeğenini tehdit eder, ödemeyi yapmaz.

Bunun üzerine Ümmü Gülsüm dosyayı 1860’ta (İstanbul’da) Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye’ye (Yüksek Mahkeme) taşır.

Orada iki hususu dile getirir: Kendisine hükmedilen meblağ ödenmemiştir; dahası, aynı zamanda amcası olan Paşa terekenin (mal, mülkün) gerçek büyüklüğünü gizlemiştir.

Duruşmalarda İsmail Paşa, babasının mal varlığının bir kısmını sakladığını itiraf eder.

Bütün bunlara rağmen Meclis-i Vâlâ (bir tür Yargıtay- Danıştay), davanın Midilli’de “Marifet-i şer” ile (Kadılık mahkemesi eliyle) yeniden görülmesine ve kadının bu mahkemenin kararına göre hakkının verilmesine karar verir.

Ne var ki kararın icrasında Paşa lehine geniş bir müsamaha kapısı aralanır: İstanbul’da dava süresince yaptığı masraflar gerekçe gösterilerek 5.500 keseden önce 500, ardından 1.000 kese indirim yapılır; nihayet Paşa’nın 4.000 kese ödemesine hükmolunur—1.000’i nakit, kalanı taşınmaz olarak.

Bu kadar “kolaylığa” (!) rağmen 1867’ye gelindiğinde bile Ümmü Gülsüm’ün mirası hâlâ ödenmemiştir.

Prof. Gül Akyılmaz’ın değerlendirmesi berraktır: Bu dava, miras ve mülkiyet alanında bir kadının (madden ve siyaseten güçlü) erkek akrabaları karşısında ne denli korunaksız bırakılabildiğini, yargının dahi kimi zaman kadının değil, nüfuz sahibinin yanında hizalandığını gözler önüne serer.

Ümmü Gülsüm, şer‘î (dinsel) hukukun kendisine tanıdığı payı alamamış; tehdit görmüş; amcasının terekeyi eksik gösterdiği sabit olduğu hâlde hissesi artırılmamış; tam tersine, Paşa’nın masrafları ve “ekonomik durumu” bahane edilerek ödenecek miktar azaltılmıştır.

Yetkililer, bu uzun yolda bir kadının katlandığı mali külfeti ve sosyal baskıyı görmezden gelmiş; hakkı gasp edilen kadını değil, gücü elinde tutanı kollamayı seçmiştir.” (Gül Akyılmaz, Osmanlı Devleti’nde Mülkiyet Hakları ve Mülkiyet İlişkileri Çerçevesinde Kadının Hukuki Statüsü, Ankara: Seçkin Yayınları, 2015, s. 273.)

Image

(Midilli’nin kuzeyindeki Molivos’tan ayrılan Türk muhacirler-1912)

***

19. yüzyılın ikinci yarısında Midilli Adası’nda yaşananlar, yalnızca bir kadının hayatına sığan sıradan bir miras davası değil; koca bir imparatorluğun insan ilişkilerini, hukuk anlayışını ve yönetim biçimini gözler önüne seren ibret verici bir hikâyedir.

Ümmü Gülsüm Hanım’ın başından geçen bu olay, altı yüzyıl boyunca üç kıtaya hükmetmiş Osmanlı’nın, taşranın kıyısında bile nasıl örgütlendiğini, hangi mekanizmalarla ayakta kaldığını ve çökmeye yüz tutmuş olsa da son nefesine kadar varlığını nasıl hissettirmeye devam ettiğini gösterir.

Midilli Adası’nda; bir yanda çok dinli, çok dilli, çok kültürlü bir toplumun karmaşık yapısı; öte yanda bütün zaaflarına rağmen hâlâ işleyen bir devlet düzeni vardır.

Avrupa’nın sanayileşme süreci ve kapitalist üretim ilişkilerindeki yükselişi karşısında Osmanlı İmparatorluğu, yapısal dönüşümlerini tamamlayamadan ve Orta Çağ’a özgü toplumsal bağlarını koparamadan bu gelişmeleri taklit etme yoluna gitmiştir.

Ancak ortaya çıkan girişimler, derinlikten yoksun, sınırlı ve yüzeysel bir kapitalistleşme eğiliminden öteye geçememiştir.

Bu durum, Osmanlı’nın son yüzyılındaki çelişkilerin en belirgin göstergesidir.

Tam da böyle bir dönemde, köleliğin, cariyeliğin ve erkek egemenliğinin gölgesinde bir kadın, Ümmü Gülsüm Hanım, cesaretle sahneye çıkar.

Varlıklı bir ailenin kızı olmasına rağmen uğradığı haksızlığı sineye çekmez.

Hak aramak için açtığı dava yalnızca kişisel bir hesaplaşma değil; kadın olmanın bütün zorluklarına karşın adaletin kapısını çalma iradesidir.

Sonuç tam anlamıyla istediği gibi olmasa da onun mücadelesi, takdire değer bir direniş olarak tarihe geçer.

Çünkü Osmanlı’nın yıkılmaya yüz tutmuş hukuk düzeninde bile hak arama yolları bütünüyle kapanmamıştır.

Tehditlerin, korkuların, rüşvetin kol gezdiği bir düzende, yozlaşmış yöneticiler kadar dürüst ve titiz memurlar da vardır.

İşte Ümmü Gülsüm, bu çelişkilerle dolu ortamda köhneleşmiş düzeni sarsacak kadar cesur davranır.

Yerel derebeylerin baskısına boyun eğmez, bütün maddi sıkıntılara rağmen davasını taşradan alıp imparatorluğun kalbine, Payitaht’a taşımayı başarır.

Ve o an, “kadın haliyle” küçümsenen bir kişinin tarihin akışına nasıl iz bırakabileceğini gösterir.

Bu yazı dizisine burada son verirken; ne mutlu bu topraklara ki, Ümmü Gülsüm gibi yiğit kadınlar yetiştiriyor; adaletin, direnmenin ve umudun bayrağını elden ele taşıyor.

***

Image

(Türk resmi kişilerin 1923’de adayı terk etmesi için Türk hükümetinin gönderdiği gemi ve ayrılış. (Bilgi: Aslı Melek. Foto: Stratis Balaskas arşivinden)

Ümmü Gülsüm Hanım’ın yaşadığı bu olaylardan 10-12 yıl sonra patlak verecek Balkan Savaşı’nda yenilen Osmanlı Devleti Midilli adasını küçük Yunan Devletinin Averof gemisine teslim edecektir.

Bu ortamda Kulaksızoğlu Halim Bey ve onun oğlu Suphi Bey aileyi ayakta tutmaya çalışır.

Halim Bey, Ümmü Gülsüm Hanım’ın davalı olduğu amcası İsmail Paşa’nın bir diğer oğludur. Diğer oğlu ve Ümmü Gülsüm Hanım’ın eski kocası Halil Bey gibi olumsuzluğu bilinmez.

Yeğeni Kulaksızoğlu Halim Bey’in adada iyi bir iz bıraktığı bilinir.

Osmanlı Midillisi’nde kapitalizmin ve burjuva yaşam tarzının gelişmesine yardımcı olan; banka kuran, görkemli İdadi (Lise) binasının yapılması ve açılmasında emeği olan, balolar düzenleyen bir kişidir Halim Bey.

Hayırseverdir. İnsanlara yardımcı olmaya çalışır ve aynı zamanda sanat koruyucusudur. (https://www.milliyetsanat.com/haberler/plastik-sanatlar/midilli-de-bir-aile-muzesi/8262)

Babası hırslı İsmail Paşa’ya hiç çekmemiş!

Midilli’de öldüğü gün Türk olsun, Rum olsun esnafın ona duyulan saygıdan dolayı dükkanlarını kapattığı söylenir.

1912’de Midilli adası Yunan Devletinin eline geçince, Kulaksızoğlu ailesinin bir kısmının yaşanan gerilimden dolayı birçok Türk gibi adayı terk ettiği; Halim Beyin oğlu Suphi Bey’in 1923’de imzalanan Lozan anlaşmasıyla kabul edilen “Mübadele” sözleşmesinin ardından ailesiyle birlikte adadan ayrıldığı söylenir. 

Bundan sonra Midillili Kulaksızoğlu ailesinden, anılar dışında pek bir ses çıkmaz. 

Ümmü Gülsüm Hanım’dan da.

Bir süre sonra bu adanın aykırı kadını, ta ki bilim insanları onu tarihin sessiz yapraklarında buluncaya kadar unutulacaktır.

Zaman sonbahar, adada sert poyrazların estiği zamandır.

Türkler, Rum komşularıyla neşeli şarkılarla paylaştıkları dört yüz yıllık vatanlarından ayrılmak zorunda kalacaktır.

Bir saksı “pembe sardunya” gibi!

Sefa Taşkın

27.12.2025

Bergama/İzmir