19. yüzyıl sonları, New York... Entrikalar, gerilimler, statüko kaymaları ve dedikodularla kaynayan yüksek sosyetenin göbeği. 61. Cadde’nin, Fransa’da Eski Rejim döneminin kılıç soyluları (noblesse d’épée), yani kökenden gelen soyluluk ve kaftan soyluları (noblesse de robe), yani sonradan para ve makam yoluyla kazanılmış soyluluk unvanları hatırlatırcasına ikiye ayrıldığı ve her bir tarafın birbiriyle mütemadiyen çatıştığı bir dönem.
“The Gilded Age”, kıta Avrupa’sında burjuvazinin yeni palazlandığı dönemde kendisini soylu olarak kabul ettirme arayışlarına benzer bir biçimde, New York’un gelişen endüstrisiyle yükselen burjuvazisinin, hâkim sınıflar ve kadim gelenekler tarafında kabul görme çabalarının “yaldızlı” bir panoraması.
“Dowtown Abbey”nin yaratıcısı Julian Fellowes’un ellerinde yükselen dizi, 61. Cadde’nin iki yakasında oturan soylu ve “sonradan soylu” olan iki ailenin üzerinden dönemin sosyokültürel koşullarına, toplumsal dinamiklerine, tabakalar arası geçişkenliklere veya sınırlara ilişkin bir pencere açıyor. Ancak bunu yalnızca şatafatlı kostümlerin, parlak kadifeyle kaplı elbiselerin göz kamaştırıcılığını kullanarak yapmıyor.
Kadınların bedenlerini sıkan o korselerin, onlara dayattıklarını, sıkıştırıldıkları daracık dünyaları da göstermeyi deniyor. Nasıl ki ana karakterlerinden birini sosyetede kabul görmek için her şeyi yapmaya hazır Bertha Russell (Carrie Coon) olarak belirliyorsa ona, boşanmanın yol açtığı zorluklarla mücadele eden kadınları destekleme vasfı da yüklüyor.
Benzer biçimde kökenleri nedeniyle ilk andan beri Russell’ların karşısında duran Agnes Van Rhijn’a (Christine Baranski) soylu huysuzluğu payesini verirken onu, siyahi olduğu için girmesi bile olanaksız olan evde kendisine yardımcı yaptığı Peggy Scott (Denée Benton) ile arkadaş olmaktan alıkoymuyor. Marian (Louisa Jacobson), kadınların çalışmasının uygun görülmediği bir sosyal hiyerarşide kendi ayakları üzerinde durmaya çalışan bir birey olarak betimlenirken Peggy, kadınlara oy hakkı için varını yoğunu ortaya koyuyor.
“The Gilded Age”in, bu ve bunun gibi pek çok güçlü kadın karakteri, drama ve romantizmle yoğrulmuş bir hamura, değmemesi gereken kadın elini sokuyor ve onları sırf aşk ve eş peşinde koşan pembe dizi karakterleri değil bazen güç ve statüko için bazen de yalnızca kişisel ihtiraslar için idealleri peşinde koşan ve onların arkasında duran karakterlere dönüştürüyor.
KADERLE BULUŞMA
Dizinin üçüncü sezonu, özellikle iki sezon boyunca yarattığı romantizmi yüksek bu hikâyeyi beklenmedik kazalar, ölümlerle “süsleyerek” her sezonun klasikleşen balolar, çay partilerine yeni heyecanlar ekliyor. Ve adeta, elindeki tüm kartları kullanarak bir sezona yüklenmiş pek çok olay ve gelişmeyle, bir evin en alt katında yaşayan bir hizmetliden evin üst katındaki efendiye kadar her bir karakterini kaderleriyle buluşturuyor.
Fellowes’un toplumunda, çılgın demiryolu inşaatı planıyla imparatorluğunu büyütmeye çalışan yeni burjuvazi baronları, güç zehirlenmesiyle öz kızını mutsuz ancak “soylu” bir evliliğe sürüklemeye çalışan veya boşandığı için toplum dışına itmeye kalkışan anneler olduğu kadar, icadıyla bazen de zekâlarıyla sınıf atlayabilen hizmetliler, boşanmalarına karşın toplum tarafından kabul gören kadınlar veya toplumun kabul etmeyeceği türden bir aşk için ağlayan Oscar (Blake Ritson) da var. Elbette her biri toplumsal koşullara ve tarihi dramalara uygun biçimde romantizme bir yerden bulaşıyor ancak üçüncü sezonun temelinde, bu yaldızlı çağın hiç de “parlak olmayan” sorunları kendisine daha çok yer buluyor.
“The Gilded Age”, genelinde kostümlü bir Amerikan rüyası öyküsü ve aslında kostümlere sıkıştırılmış bir öykü olmadığını bu sezonun girişiyle de kanıtlıyor. Artık endüstriyel gelişmeler, modernite sancıları ve sınıfsal karmaşalar içe içe geçmiş bir biçimde ilerliyor. Ve her bir tema, bu yeni yeni “aydınlanmaya” başlayan topluma ilişkin anlatıyı daha da görkemli kılıyor.
Puanım: 8/10