Bu güz döneminde Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde arkeoloji yüksek lisansına başladım. Tutkumdan bir kariyer inşa etmeye çalışırken elimdeki en kıymetli anahtarlardan birinin arkeoloji bilgisi olacağını hissediyordum, yanılmamışım. Özellikle “arkeolojide bilimsel yöntemler ve etik” dersi, disipline ilişkin bütün eski kabullerimi usulca söküp, yerlerine yenilerini yerleştiriyor.
Bugüne kadar arkeolojiyi, yaz aylarında sahaya inilip kan-ter içerisinde kazı yapılan, kışınsa laboratuvarlarda arkeometrik analizler ve yayınlarla devam eden, neredeyse tamamen “pratik” bir uğraş olarak görüyordum. Hele de geçtiğimiz yaz, Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nden arkeoloji bölümü, protohistorya ve Önasya arkeolojisi anabilim dalı öğretim üyelerinden çok kıymetli hocam Doç. Dr. Zafer Derin’in önderliğinde, günümüzden yaklaşık 8 bin 500-7 bin 500 yıl önce bereketli Bornova Ovası'na konuşlanan “ilk İzmirliler”in geç neolitik yerleşimi Yeşilova Höyük ve Yassıtepe Höyük’teki arkeolojik kazılara katılıp Kocaeli Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi’nden arkeoloji bölümü klasik arkeoloji anabilim dalı başkanı çok sevgili hocam Prof. Dr. Ayşe Çalık Ross’un mihmandarlığındaki “Gülnar Arkeolojik Yüzey Araştırması Projesi”nde heyet üyesi olarak Orta Toroslar’ın eteklerinde antik uygarlıkların izlerini sürdükten sonra sahanın insan üstü çaba gerektiren yoruculuğuna tanıklık edebilirim.
Ancak şimdi anlıyorum ki arkeoloji kazma, kürek ve fırçanın ötesinde kavramlar, kuramlar ve tartışmalarla da yürüyen uzun soluklu bir düşünce işiymiş. Kazı işin pratiği. Ve deneyimli bir işçiye anlattığınızda, sizden iyi kazabiliyor. Arkeologların asıl işi ise bu pratiği besleyen teorik çerçeveyi kurmak, buluntuların arasına bir “anlam ağı” örmek. Zihinsel ve bedensel emek kol kola yürümeli.
Oysa arkeoloji sadece kazıdan ibaret sanılır. “Teori” kısmı bilinmez. Nedeni, bilgi asimetrisi. Arkeologlarla halk arasında ciddi uçurumlar var. Bilgi paylaşımı kısıtlı. Hatta yer yer arkeolog olmayanlara tepeden bakma eğilimi söz konusu. Aynı üstenci tavır kimi doktorlarda da görülür. Bir şey sormaya çekinirsiniz. Arkeolog olmayıp da arkeoloji ile ilgilenen, düşünen, taşınan, okuyan, soran, soruşturan, araştıran, öğrenmeye çalışan, “anlayabildiklerini” sentezleyip fikirler yürüten, hele de bu fikirleri dillendirme cüreti gösterenlerdenseniz en hafifinden “destursuz bağa girmek”le itham edilip derhal ötekileştirilirsiniz. Arkeologlardan başkasının bu alana kafa yorması, fikir üretmesi, söz söylemesi haşa kabul edilemez.
Kazılarda neler buluyorsunuz? Bu buluntular kültürel mirasa ilişkin bize neler söylüyor? Anlatın ki anlayalım. Renfrew ve Bahn’ın yıllardır vurguladığı gibi arkeoloji, yalnız “ne bulduğumuz”la değil, bu buluntuları nasıl anlattığınızla da ilgilidir. Ancak genellikle bir avuç akademisyenin anlayacağı ağır, ağdalı, akademik dille döner sohbet. Üniversitelerin o korunaklı, yüksek ve kalın duvarları ardındaki sempozyumlarda mesleki jargonla tartışılır. Bilginin dışarıya, gündelik hayata sızması oldukça sınırlı.
Peki ya ayazda kalanlar? Halkın vergileriyle yapılan kazılardan çıkan veriler, bilgiler, sonuçlar “ölümlüler”le ne zaman buluşturulacak? Gerçi son yıllarda iki denizin yer yer birleştiğini görüyoruz, giderek yaygınlaşan arkeoparklar, meraklısına “deneysel arkeoloji” atölyeleri, yenilikçi müze tasarım ve teknolojileri, ören yerlerinde sanal gerçeklik gözlükleri ile gezinerek özgün ölçülerinde ayağa kaldırılmış yapıları üç boyutlu algılama olanakları ve yapay zekâ uygulamaları sayesinde akademik bilgi sahaya inmeye başlıyor. “Toplumsal arkeoloji” adına sevindirici gelişmeler.
Mezun olduğumda teori, pratik ve halkı, yani toprağın altıyla üstünü birleştirenlerden olabilmek umuduyla.